Dr. Moreau'nun Adası - H.G. Wells


İki hafta kadar önce okunabilecek distopik kitaplar listesini gözden geçirirken fark ettim. Cesur Yeni Dünya kitap eleştirisinin altına yorum bırakan Bir Tutam Karınca tavsiye etmiş kitabı, bende hemen listeye eklemişim. Sonra araya başka kitaplar girmiş, unutulmuş. Olsun, biraz geç oldu ama okundu.

Dr. Moreaou'nun Adası, girizgahı ile aklımı karıştıran ilginç bir kitap. Sanki yazarın bir akrabası bütün anlatılanları yaşamış, yaşadıklarını anlatmış ama kimseye inandıramamış gibi bir sonuç çıkardım. Hani avcılar atar tutar ya, onun gibi bir dünyaya yelken açacakmışım gibi hissettim.

Hikaye içeriği ile de distopyayla bezenmiş gerçekliği andırıyor. Özetin özeti olarak hikaye şöyle; Gemi kazası sonucu okyanusta mahsur kalan bir adam, esrarengiz bir gemi tarafından kurtarılıyor ve ıssız bir adaya götürülüyor. Burada herkes birşeylerle uğraşıyor ve kimse kurtarılan adama ilişmiyor. Misafirimiz de adanın tel örgülerle çevrili bölümü dışında özgürce gezebiliyor. Ama merak işte, insanın içini kurt gibi kemiriyor. Bu merak misafirimizi kahramana dönüştürüyor ve Dr. Moreau'nun adasındaki bu gizli bölüme girmesini sağlıyor. Burada insanla hayvan arası bir sürü canlıyla karşılaşıyor. Bu yaratıkların görülmesi ve akla takılan sorularla birlikte gizem ve tehlike iyice artıyor. Acaba bu yaratıklar bilinçsizleştirilmeye çalışılan insanlar mıdır yoksa insanlaştırılmaya çalışılan hayvanlar mıdır? 

Evet, kendinizi kafesin içerisine koyduğunuzda distopyanın en dip noktasını hissedebilirsiniz. Ama bu gün de biliyoruz ki bir çok laboratuvarda hastalıkların teşhis ve tedavisinde denek olarak kullanılan hayvanlar var. Üstelik bunlar etik kurul tarafından onay alındıktan sonra yapılıyor ve kimse tarafından vahşet olarak algılanmıyor. Tabi ki burada sınırı çok iyi çizmek lazım. Sirk hayvanları, canlı canlı tüyleri yolunan kazlar, dişi için öldürülen filler, kürk yapımı için katledilen hayvanları bu kapsamda değerlendirmiyoruz.

H.G. Wells'in ilk olarak 1896 da yayımlanan kitabı, okunması ve anlaşılması biraz zor olsa da tavsiye ettiklerim arasındadır. 

Keyifli okumalar...

İki hafta kadar önce okunabilecek distopik kitaplar listesini gözden geçirirken fark ettim. Cesur Yeni Dünya kitap eleştirisinin altı...

The Protector - Hakan: Muhafız


Bu aralar mantar gibi her yerde karşımıza çıkan reklamlarıyla dikkati çeken, Netflix'in ilk yerli dizisinin on bölümden oluşan ilk sezonun sonunda bitirdim. Aslında diziyi reklamlarından önce Pudra Şekeri'M blogunun paylaşımıyla fark edip, övgüyle dolu güzel eleştirisinden sonra izleme kararı almıştım. 


Muhafız, her şeyden önce oyuncu kadrosu ve İstanbul manzaraları ile ön plana çıkıyor. Çağatay Ulusoy, Okan Yalabık, Ayça Ayşin Turan ve Hazar Ergüçlü gibi isimler İstanbul'un hem otantik mekanlarındaki hem de modern plazalarındaki yaşamları gözler önüne seriyor. Oyunculuklarıyla hayat verdikleri yaşamlara imrendiriyor.


Dizi, başlangıç olarak tam bizlik. Küçük bir dükkanda, babasının yanında çalışan Hakan (Çağatay Ulusoy) arkadaşıyla parayı vurmanın, zengin olmanın peşinde koşar. Küçücük dükkan ona dar gelir. Ah ulan parayı bi bulsam hayalli Türk erkeğinin tam karşılığıdır aslında. Fakat bir gün kendisinin 15 milyonluk şehri korumakla görevli seçilmiş olduğunu öğrenir ve tüm hayatı değişir. Artık ölümsüzlere karşı sadıklarla birlikte savaşmak zorundadır.


Muhafız, bildiğim kadarıyla dizi- film sektörünün ilk yerli süper kahraman çalışması. Tabi daha önceleri Altarın oğlu Tarkan, Kara Murat ve Dünya'yı Kurtaran Adam gibi efsanelerimiz de oldu elbette. Ama onlar farklıydı. Hepsi çalışıp kendini geliştiren süper güçlerdi. Kale duvarına tırmanmalar, bir seferde 5 ok atmalar, koca kayayı kaldırıp fırlatmalar filan hep çalışarak olan şeylerdi. İşte Hakan'ın durumu burada ayrılıyor. Sıradan bir delikanlı, tılsımlı bir gömlekle süper kahramana dönüşüveriyor. Örümcek adam, süperman gibi bişey yani. Tabi ki dizinin sadece kahramanlık hikayelerinden oluştuğunu düşünmek olmaz. Eğer öyle olsaydı yerli izleyici fazlasıyla yabancılardı. Araya aşk konularını da serpiştirmek lazımdı. Ama bu durum süper kahramanın, kahramanlık öykülerinin biraz önüne geçmiş sanki.


Sonuç olarak 2 saatlik tv dizlerini izlemeye alışan Türk seyircisi için 30-40 dk'lık bölümlerden oluşan dizi çerez niyetine gidiveriyor. İzlerken sıkılmıyorsunuz. Bir de internet dizilerinin özellikle diyaloglarda sansürsüz olması, hikayeyi daha gerçekçi kılıyor ve bizdenlik hissini yoğun bir şekilde veriyor. Süper kahramanda olsa sinirlenince küfrünü edecek abi... Lafın özü, özellikle de yabancı dizilere hakim iyi bir dizi izleyicisiyseniz yetersiz kalabilir ama bir şansı hak ediyor. Kesinlikle izlediğinize pişman olmazsınız.

Keyifli seyirler...

Bu aralar mantar gibi her yerde karşımıza çıkan reklamlarıyla dikkati çeken, Netflix'in ilk yerli dizisinin on bölümden oluşan ilk...

2018 Yılı Blog Değerlendirmesi


Aslına bakarsanız benim yıl sonu değerlendirmeleri gibi bir alışkanlığım yoktur. Elbette hedef koymanın, hedeflere koşmanın, koşarken farkında olmadan gelişmenin ve yıl sonunda geriye dönüp bakıldığında alınan lezzetin tadını anlatmak mümkün değil. Lafı uzatmayayım. Eskilerin yerli muhasebecisi, yenilerin çiçeği burnunda yabancı muhasebecisi Bir Tutam Karınca kendi blogunun özetini çıkardıktan sonra mim başlatmaya karar vererek topun ağzına beni de koymuş. Haliyle değerli blogların davetleri geri çevrilmez, ayıp. Hatta musmutlu olunur, aynı benim gibi :) Kendisine teşekkür ediyorum.

Gelelim okuduğunuz blogun 2018 değerlendirmesine. Öncelikle seneye bol bol kitap okuma hedefiyle girdim. Ancak bir süre sonra çok kitap okuma hedefim nedeniyle kalın ama okunası kitapları ötelediğimi fark ettim. Acayip gaza geldiğim bir an, ben artık beyin yakan kitaplara geçiş yapmalıyım kararıyla yerime oturdum. Ama o iş öyle olmuyormuş. İşte kafa zombi gibi olduktan sonra ağır kitaplarla bakışmak hiç hoş olmuyor, ayrılık acısı veriyormuş.

Velhasıl, taslakta bekleyen bir kaç yayımla birlikte yaklaşık 60 yayımla seneyi uğurlamayı planlıyorum. Bunlardan 42 tanesi okuduğum kitaplardan, 3 tanesi blog dostlarımın davetleriyle katıldığım mimlerden oluşuyor. Senenin başında hedeflemediğim ama yazmaktan da zevk aldığım 2 tane gezi içerikli yazı ile birlikte 11 adet dizi-film incelemesi de yazmışım. Burada şunu araya sıkıştırarak söyleyebilirim ki, gezilerinizi yazma düşüncesiyle yapınca çok daha bilinçli bir turiste dönüşüyorsunuz. Bakın bu tespitimi yabana atmayın.

2013 yılında, bilişimle ilgilendiğim dönemde yazdığım facebooktan ıp adresi bulma ve tor browser testi yayınım halen en çok hit alan ve özelden yazılan konuların başında geliyor. İnsanlarımızın bu konuda ne kadar dertli olduğunu anlatmaya kalksam sabaha kadar dedikodunun belini kırarız. Ay kıız görüyomusunlu muhabbete sararız...

Benim için bu senenin en büyük kaybı ise blogları yeteri kadar takip edememiş olmam. Büyük patronların elinde olmadığı için özgün yazılar beklediğimiz blogların, "Gelecek vaadeden bloglar" tartışmasıyla başlayan büyük olma yarışının da bunda payı oldu sanırım. Soğudum.  Ama olsun, hala özgün olup kendi halinde olan blogların varlığını görüyorum ve ümitlerim ormana dönüşüyor. yi ki varsınız.

Benden bu kadar. İsim vererek kimseyi etiketlemek istemiyorum. Sonra görmezsiniz, yapmazsınız filan el aleme rezil olmayalım. Ama aaa bu ne kadar güzel keşke bende yapsam diyorsanız buyrun gelin. 

Her şeyden önemlisi sevgiyle kalın 

Aslına bakarsanız benim yıl sonu değerlendirmeleri gibi bir alışkanlığım yoktur. Elbette hedef koymanın, hedeflere koşmanın, koşarken ...

Puslu Kıtalar Atlası - İhsan Oktay Anar


Okurken duraklatan, hatırlamaya çalışırken derin düşüncelere daldıran bir kitap Puslu Kıtalar Atlası. Öyle ki, daha bir hafta önce bitirmiş olmama rağmen kuş misali uçup giden bir çok konu var. Ama bitirdiğimde iyi ki sabredip okumuşum hissiyatını yoğun bir şekilde hissettiğimi hatırlıyorum. Geride kalanlarsa tamamen pus içinde, var ile yok arasında, okunmuş ile duyulmuş arasında sıkışmış gibi. Kim bilir, belki de tüm okurlar için aynı duyguları anımsattığındandır kitabın adının "puslu" oluşu... İşte tam da bu pus nedeniyle hatırladıklarımdan oluşacak Puslu Kıtalar Atlası incelemesi.

Tarihçi yazar İhsan Oktay Anar tarafından romanının başında okuru bir keşmekeşin içine itiliyoruz. Burada kim kimin nesidir, olaylar nedir, hangi çağdayız, neyi arıyoruz soruları arasında abandone oluyoruz. Ortada kördüğüm olmuş bir yumak ve sağda solda görünen ip uçları var. Kitabı okudukça bir karmaşadan diğerine savruluyoruz ama dönüp dolaşıp yine o yumağın içine giriyoruz. İlerledikçe ilk baştaki karmaşa ve ip uçları bir bir aydınlanmaya başlıyor. Hikayedeki pus yavaş yavaş açılıyor.

Anlatılan olayların yanında geçmişe seyahat yoğun bir şekilde hissediliyor. Devletin karanlık odalarında gezerken geçmiş geridir çıkarımını yerle bir ediyor. Mucizevi aletler ile birlikte aklın sınırlarını zorlayan teorilerle karşımıza çıkıyor. Mesela tam 40 yıl sonra çalışmaya başlayan bir saat ile nelerin yapılabileceğini okuyunca şaşakalıyorsunuz. Bir de sonsuz hıza ulaşıldığında zamanda geriye gidilebileceği, tam anlamıyla bir boşluk oluşturulduğunda ise sonsuz hıza ulaşılabileceği gibi teori var ki insan ümitlenmeden edemiyor.

Sonuç olarak, kitabın dili ağdalı ve yer yer eski Türkçe var. Hikayenin başlarındaki keşmekeşle ağdalı dil birleşince gözünüz korkabilir. Ancak sabırla ve acele etmeden okuduğunuzda farklı bir tat almaya başlıyor ve üst seviyede bir roman okuduğunuzu hissediyorsunuz. Bu nedenle okumanızı tavsiye ederim.

Sevgiyle kalın...

Tanıtım bülteninden...

Bir "ilk kitap", Türkçe edebiyatta yeni ve pırıltılı bir yazar... "Yeniçeriler kapıyı zorlarken" düşler üstüne düşüncelere dalan Uzun İhsan Efendi, kapı kırıldığında klasik ama hep yeni kalabilen sonuca ulaşmak üzeredir: "Dünya bir düştür. Evet, dünya... Ah! Evet, dünya bir masaldır." Geçmiş üzerine, dünya hali üzerine, düşler ve "puslu kıtalar" üzerine bir roman. Hulki Aktunç'un önsözüyle...

Sayfa Sayısı: 238

Okurken duraklatan, hatırlamaya çalışırken derin düşüncelere daldıran bir kitap Puslu Kıtalar Atlası. Öyle ki, daha bir hafta önce bit...

Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken - Cemal Kafadar


Yaşadığımız topraklarda bizlerden önce kimlerin yaşadığını hiç düşündünüz mü? Osmanlılar, ondan önce Selçuklular gibi genel tarih bilgisinden bahsetmiyorum. Tarihte anlatılan olayları yaşayan bireylerden bahsediyorum. Hayat pahalılığından şikayet eden, geçim kaygısı güden, zengin olma uğraşı veren, hakkı yendiğini düşünen kayda girmeyi ve nevi şahsına münhasır olmayı başaramamış bireylerden bahsediyorum. 

Tarih dersleri de veren Cemal Kafadar hoca 1986-94 yılları arasında araştırmalarının ürünü olan dört makale ile bu konuda önümüze ışık tutmuş. Öncesinde ise hatıratlardan, günlüklerden veya kişisel yaşantılardan tarihi olayların yorumlanıp yorumlanamayacağı konusunda uzun uzun kafa yormuş. Anlatıların subjektifliğinden dem vurarak tarihi olayların objektif yorumlanıp yorumlanamayacağını değerlendirmiş. Sonrasında ise Osmanlı'nın on altı ve on yedinci yüzyıl halk yaşamına dair önemli ip uçları veren Yeniçeri Mustafa'nın şikayetinden, derviş Seyyid Hasan'ın günlüklerinden, Venedik de ölen Ayaşlı Tüccar Hüseyin Çelebi'nin ticaret kayıtlarından, Üsküplü Asiye Hatun'un şeyhlerine gönderdiği mektuplarından çıkarımlar yaparak o günleri anlamaya ve anlatmaya çalışmış.

İlk makale de Yeniçeri Mustafa, Divan-ı Hümayuna rahmetli babasından kalan arsalara abisi tarafından el konulduğu, bu tarlalarda kendisinin de hakkı olduğu yönünde şikayette bulunuyor. İlk bakışta normal gibi görünen bu durumdaki gariplik dikkatli tarihçinin gözünden kaçmıyor. Halen geçerli olan memur ve askerlerin ticaretle uğraşma yasağı o günlerde yeniçeriler için geçerliymiş. Buna rağmen tarım (dolaylı yönden ticaret) yapması mümkün olmayan Mustafa, bu tarladan payını almayı başarmış. Tabi ki gerileme devrinin ticaret yasaklı paşalarının bile kendi servetlerine servet katma peşinde koştukları düşünülünce, Mustafa'nın ki oldukça masum kalmış.

Derviş Seyyid Hasan ise günlüklerinden anladığımız kadarıyla ruhsuz. Adam karısının ölümünü hikaye anlatır gibi anlatıyor. Sonra da sabahlara kadar üzüldümlü laflar ediyor. Bana hiç güven vermedin derviş Hasan. Ama yazar olaya benim gibi duygusal yaklaşmıyor ve kadın erkek ilişkileri üzerine bir sürü çıkarımda bulunuyor.

Tüccar Hüseyin'den ise bir çok şey çıkarıyoruz. Savaşların ticaret kayıtlarını nasıl etkilediği, yeni liman arayışlarının nedenleri, Osmanlı tebaası olan farklı milletlerden hangilerinin daha fazla ticaretle uğraştığı ve ticarette hangi ülkelerin kurallarına uyulacağı gibi bir çok çıkarımda bulunulmuş.

Üsküplü Asiye Hatun ise efsane. Önceleri şeyhin birine bağlı ve üzerine düşen görevleri yerine getiriyor. Anlaşıldığı kadarıyla zikir yapıyor ve şeyhi izin verdikçe bir üst zikre geçiyor. Yedinci seviyeye geldiğinde ise birden şeyhinden soğuyor ve daha yakışıklı olan başka bir şeyhe bağlanıyor. Tabi biraz pişmanlıkta var ama genel olarak yeni şeyhinden memnun. Sürekli gördüğü rüyaları posta ediyor. Mektuplarını şeyhinden başkasının okuyamacağından emin tarzda, rüyasında onunla evlendiğini filan yazıyor. Şeyhte sevgisinin karşılıklı olduğunu yazıyor ama anlaşıldığı kadarıyla hiç görüşmüyorlar. Valla Asiye hatun doğru devirde yaşamışsın. Eğer bu gün olsaydın şeyhler o işi rüyada bırakmaz, seni harcarlardı.   

Sonuç olarak 200 sayfadan ve dört makaleden oluşan zaman yolculuğu meraklıları için okunası bir kitap.

Son olarak ise kitabın adını, Karacoğlan'ın şiirinden aldığını belirtip şiiri aşağıya bırakalım.

Sevgiyle kalın...


Kim var imiş biz burada yoğ iken
Şu yalan dünyaya geldim geleli
Tas tas içtim ağuları sağ iken
Kahpe felek vermez benim muradım
Viran oldum mor sümbüllü bağ iken

Aradılar bir tenhada buldular
Yaslandılar şıvgalarım kırdılar
Yaz bahar ayında bir od verdiler
Yandım gittim ala karlı dağ iken

Farımaz da deli gönlüm farımaz
Akar gözlerimin yaşı kurumaz
Şimden geri benim hükmüm yürümez
Azil oldum güzellere bey iken

Karac'oğlan der ki bakın geline
Ömrümün yarısı gitti talana
Sual eylen bizden evvel gelene
Kim var imiş biz burada yoğ iken

*Ağu: zehir
*Farımak: yaşlanmak, vazgeçmek

Yaşadığımız topraklarda bizlerden önce kimlerin yaşadığını hiç düşündünüz mü? Osmanlılar, ondan önce Selçuklular gibi genel tarih bilg...

Martı Jonathan Livingston - Richart Bach


En iyi kitaplar, mutlaka okunması gereken kitaplar, ölmeden önce okunması gerekenler gibi listelerde yer bulan bir kitap Martı Jonathan Livingston. Bu nedenle, tabi birazda ince olmasından dolayı konusu hakkında ön bilgi edinme gereği duymadan okumaya başladım.

Özetle Martı Jonathan Livingston, hayatına kendi yön vermek isteyen, toplumun kısıtlayıcı kurallarını çiğnemekten kaçınmayan, hep yeni arayışların peşinde koşan bir yapıya sahip. Her gün yiyecek peşinde koşmanın, sadece yemek için çalışmanın saçmalığını yaşamak istemez. Hep yüksekler, daha yükseklere uçup sert sortiler yapma peşinde koşar. Tabi her toplumda olduğu gibi martı toplumunun kuralları da kendi kafasına göre takılan yeni yeni icat çıkaran tipleri sevmez. Bu arada her seferinde uzun uzun martı Jonathan Livingston yazmak yerine müsaadenizle kendisine John demek istiyorum. Neyse, nerede kalmıştık. Ayrılıkçı tipleri sevmeyen kuş toplumu sonunda bizim John'u sert kayalıklara sürgün eder. Ama John bu, durur mu? Hemen orayı da cennete çevirir.

John'un hikayesi tabi ki bu kadar değil ama bu kısa anlatım bile yüzeysel olarak kitabın neredeyse yarısı ediyor. Gerisini de anlatırsak benim anlattığımla kalabilirsiniz. Oysa şu an kişisel gelişim ya da motivasyon kitabı eleştirisi yapan şahsiyet, bu tür kitaplara hep ön yargıyla bakmıştır. Hepsini bir kefeye koyarak, okurunu aşırı motivasyonla toplumun içine saldığını düşünür. Külüstür bir arabaya aşırı hız yaptırırsan ya yolda dökülür ya da duramayarak bir yere toslar mantığındadır. 

Velhasıl, kitabın ince, konunun basite indirgenmiş yalın bir dille aktarılması ve herkesin okuması gerekenler listesinden bir kitaba eksi atmamanız için kitabı okumanızı öneriyorum. 

Okurken bizim John'a benim selamımı da iletiverin.

Sevgiyle kalın...

En iyi kitaplar, mutlaka okunması gereken kitaplar, ölmeden önce okunması gerekenler gibi listelerde yer bulan bir kitap Martı Jonatha...

11.22.63


Tarih karanlık olaylarla dolu. Bazı olayların aydınlatılamaması bazı olaylarınsa açıklanış şekli ya da resmi açıklamalar üzerinden yıllar geçse bile, tam anlamıyla tatmin edememesi nedeniyle akıllarda hep soru işareti bırakmıştır. 22 Kasım 1963' de meydana gelen bir suikast ise hakkında bir çok komplo teorisi üretilen en popüler olay gibi duruyor.


John Fitzgerald Kennedy, 22 Kasım 1963 tarihinde Cuma günü saat:12.30 sıralarında eşiyle üstü açık bir arabada Dallas' taki bir konvoyun arasında ilerlerken ensesinden ve başından, yanında bulunan Vali Connally ise sırtından vurulur. Kennedy hastaneye ulaşamadan yolda ölür, vali ise kurtarılır. Olayın sorumlusu olarak Polonya yahudilerinden 24 yaşındaki Lee Harvey Oswald yakalanır. Ancak iki gün sonra daha ifadesi alınmadan bir bar işletmecisi olan Jack Ruby tarafından herkesin içinde öldürürlür. Soruşturma devam ederken Jack Ruby'de şüpheli şekilde ölür. Yargılama sonucunda ise suikasti Lee Harvey Oswald'ın  tek başına gerçekleştirdiğine karar verilir.


Suikast sırasında 3 el ateş edilmiştir ve ilk atış ile son atış arasında 5.6 saniye bulunmaktadır. Suikast silahı olarak gösterilen İtalyan yapımı olan Manlicher Carcano (dürbünlü tüfek) ise her atıştan sonra doldurulması gereken bir tüfektir. Dolayısıyla bu kadar kısa sürede hedef alarak 3 el ateş etmesi imkansıza yakın görülüyor. Fazla uzatmayalım. Bu suikastle ilgili ağırlıklı olarak iki komplo teorisi üzerinde duruluyor. 

John Fitzgerald Kennedy, İsarail’in nükleer programına ters düştüğü için İsrail tarafından öldürülmüştür.

* Suikast, Pentagon, FBI, CIA ve Gizli Operasyonlar birimlerinin ortak bir suikastidir. Jim Garrison suikast ile birlikte başkan yardımcısı göreve atanacaktır ve bu sebeple hükumete gizli bir darbe yapılmıştır.

Peki gerçekte ne olmuştu ve bu suikast gerçekleşmeseydi ABD bu günkü durumundan çok daha ilerde olur muydu? Ya da Vietnam bataklığına saplanmadan geleceğini kurabilir miydi?


İşte bu soruların cevaplarını, Stephan King'in 22/11/63 isimli kitabından esinlenerek yapılan ve ilk kez 2016 yılında Hulu kanalında yayımlanan 8 bölümlük mini bir diziyle arıyoruz. Dizi, Jake Epping isimli bir öğretmenin tesadüfen bulduğu bir geçitten 1960 yılına gidilebildiğini keşfetmesiyle başlıyor. Zamanda yolculuk ile geçmişe gidip Kennedy suikastini önleme hayali kuran Epping, geçmişte yaşamaya karar veriyor. Ancak burada başka işlere de karışıyor. Bir kadına aşık olarak onu kocasından, bir aileyi baba vahşetinden kurtarıyor.  Yani tarihin seyrini değiştiriyor.


Konunun ilgi çekici olmasının yanında oyunculuk ve geçmişin canlandırılışı, özellikle de kıyafetler ve klasik arabalar etkileyiciydi. İzlerken fazlasıyla geçmişte yaşama isteği uyandırıyor. Ayrıca o yılların yaşam tarzını ve nezaketini merak edenler içinde yeterince doyurucu.

Keyifli seyirler...

Tarih karanlık olaylarla dolu. Bazı olayların aydınlatılamaması bazı olaylarınsa açıklanış şekli ya da resmi açıklamalar üzerinden yıl...

Elite


Bu aralar yabancı dizilerle pek bir sıkı fıkıyım. Hele geçen hafta ne olsa izlerim modundayım. Biraz bu mod biraz da La Casa De Papel oyuncularından bir kısmının yine ön safta olmasından dolayı bu diziyi izledim. 2018 yılı, İspanyol yapımı ve ilk sezon olarak sekiz bölüm çekilmiş bir gençlik dizisi. İkinci sezon onayını da almış aslında ama daha ortalıkta fragmanı bile yok.


Elite, bizim zengin - fakir bir arada konseptli dizilerimizi anımsatsa da bir kaç gömlek daha radikal. Evet oyuncular güzel, erkekler yakışıklı. Buna diyeceğimiz yok ama izleme sebebi sadece bu değil. Oyunculardaki seksapelitenin ardında anlatmak istediği bir şeyler de var. Diziyi de asıl izlenesi yapan da bu. Hem zenginlerin hem de fakirlerin yaşamlarını tüm yalınlığıyla anlatabilmek. Kaybedecek çok şeyi olan zenginlerin şatafatlı yaşamlarının ardında saklanan kontrolü ve kontrollü hayatlarına renk katma arayışlarını ibretle gözler önüne seriyor. Çıkar ilişkilerinin oluşturduğu birlikteliklerle şaşırtıyor. Bunun yanında kaybedecek hiç bir şeyi olmayan fakirlerin, yaşamlarında hoyratça savrulurken tutunacak dal arama mücadelesine bazen üzülerek bazen de "oh olsun" hoyratlığıyla bakakalıyoruz. Her iki durumda da şantajla tuttuğunu koparmaya çalışan hayatların gerçekliği, iyi ki orada değilim duygusu oluşturuyor...


Dizi tüm bu çıkarımlarımı, İspanya'da zengin çocuklarının gittiği bir okul üzerinden anlatıyor. Deprem sonrası yıkılan okulların öğrencileri çevre okullara dağıtılıyor. Üç öğrencide hikayemizin geçtiği Las Encinas' a kabul ediliyor. Önce bu öğrencileri sindiremeyen ve küçümseyen zenginler ile üç fakir öğrenci arasında çatışma çıksa da, bir süre sonra beklenmedik çarpık ilişkiler ve aşklar başlıyor. Neredeyse herkes korkusunu yaşıyor. Okul zenginlerinden bir öğrencinin okulda ölü bulunmasıyla da işler iyice çığırından çıkıyor.


Dizi görsel olarak iyi oyunculuk bakımından cesurca. Bu cesurluk mide bulandırıcı seviyeler ulaşsa da hayatın gerçekleri. Bir de La Casa de Papel'in başrol oyuncularından María Pedraza, Miguel Herrán ve Jaime Lorente'yi tekrar bir arada görmek güzel...


Bazı bölümlerindeki +16 içerikli sahnelere dikkat edin uyarısıyla keyifli seyirler diliyorum.

Bu aralar yabancı dizilerle pek bir sıkı fıkıyım. Hele geçen hafta ne olsa izlerim modundayım. Biraz bu mod biraz da La Casa De Papel o...

Küçük Prens - Antine De Saint - Exupery


İlginç bir kitap Küçük Prens. Aynı zamanda pilot olan yazar Exupery kitabı New York'dda bir otel odasında yazmış. İlk yazım olarak bir rivayete göre 1000 sayfa başka bir rivayete göre ise 1300 sayfa  kadarmış. Ancak nasıl bir sadeleştirmeye maruz kaldıysa 100'lü sayfalara hatta ilk okullar için olan baskısında 79 sayfaya kadar düşürülmüş. Yazar bunu şöyle açıklamış;

Mükemmelliğe, yazıya eklenecek hiçbir şey kalmadığında değil, yazıdan çıkarılacak hiçbir şey kalmadığında ulaşılır.

Kitabın bilinmesi gereken diğer ayrıntısı ise çizimleri. Tamamı yazar tarafından oluşturulan sulu boya resimlerden oluşuyormuş.  Öyle ki Fransa Euro'ya geçiş yapmadan önce Frankların üzerinde küçük Prens ve yazarın diğer çizimlerinden oluşan resimler bulunuyormuş. Daha bitmedi. Japonya’nın Hakone isimli şehrinde bir Küçük Prens müzesi, Güney Kore’de Gyeonggi-do kentinde Küçük Prens temalı bir köy olduğu gibi, 2000 yılında da yazarın doğup büyüdüğü Lyon’da bulunan havaalanına Saint Exupéry’nin adı verilmiş.


Bu kadar ayrıntı kitabın içeriğinde Bizans altınlarının haritası olmalı beklentisi oluşturabilir. Ama tam olarak öyle değil. Başka bir gezegenden gelen küçük bir çocuğun büyüklerin değer yargılarını anlayamayışı, daha doğrusu mantıksız buluşu üzerine kurulu bir hikaye. Masal gibi ama değil. Çocuklara büyük, büyüklere biraz çocuksu gelen bir tarzı var. Tabi ki kayda değer hatta aydınlanma yaşayacağınız çıkarımları da yok değil.

Büyükler sayılardan hoşlanır. Onlara yeni bir dostunuzdan söz açtınız mı, hiçbir zaman size önemli şeyler sormazlar. Hiçbir zaman: ” Sesi nasıl? Hangi oyunu sever? Kelebek toplar mı?” diye sormazlar. “Kaç yaşındadır? Kaç kardeşi var? Kaç kilodur? Babası kaç para kazanır?” diye sorarlar. Ancak o zaman tanıdıklarını sanırlar onu.


Yazar sonlara doğru bir Türk gökbilimciden de bahsediyor ama kim olduğunu açıklamıyor. Eski tarz Osmanlı kıyafetleri ile konuştuğunda kimsenin dinlemediğini ama aynı konuşmayı giyim tarzını değiştirdikten sonra yaptığında herkesin dinlediğini anlatıyor. 

Bu kadar...

İlginç bir kitap Küçük Prens. Aynı zamanda pilot olan yazar Exupery kitabı New York'dda bir otel odasında yazmış. İlk yazım olarak...

Black Mirror


Black Mirror dizisinin şöhretini artık duymayan kalmamıştır. Ama olsun, bir kez de benim gözümden irdeleyin. Ve hala kıyıda köşede kalmış izlememe direnciniz varsa müsaade edin onu da ben yok edeyim.

Black Mirror 2012 yılı, İngiliz yapımı. Toplamda 18 bölümden oluşuyor ve zorlamadan bir hafta da bitirilebiliyor. Ancak diziyi özel kılan sezon sayısının fazla olmasına rağmen bölümleriniz az ve çabuk bitiyor olması değil. Öncelikle diziyi diğer dizilerden ayıran özelliklerine bakalım isterseniz.


Dizinin en bilindik ve en büyük özelliği her bir saatlik izletiden sonra oyuncularının, konularının, yönetmenlerin ve mekanların değişmesi. Bu durum bir sonraki bölüme değil aynı isimde başka bir filme ve başka bir heyecana geçiyorsunuz hissi oluşturuyor. Bazen modern bir dünya, bazen uzak bir gelecek bazen de vahşi batı tarzı yaşamlara tanıklık ediyorsunuz.


Diziyi pekala filmler bütünü olarak da ele alabilirsiniz. Black Mirror filmleri gibi. Sıraya sokmadan istediğiniz bölümü alıp izleyebileceğiniz gibi sıkıldığınız, size hitap etmeyen bölümleri kapatabilir ve sonraki bölümden de devam edebilirsiniz. Oyuncu ve konu bütünlüğü olmadığı için herhangi bir sorun olmaz. Ancak bunu yaparken çok şey kaçırıyor olabileceğinizi de unutmayın.


Black Mirror'u daha iyi anlayabilmek ve anlatabilmek için birer saatlik bölümler halinde irdelemek daha doğru olacaktır. Mesela, yukarıdaki görselin bulunduğu bölümde beğenilme hastalığının toplumu nasıl kendinden uzaklaştırdığına tanıklık ederken, aşağıdaki görselin bulunduğu bölümde ise gördüklerimizi ekrana yansıtma teknolojisinin nelere sebep olabileceğine şaşkınlıkla bakakalıyoruz.  Başka bir bölümde 1984 romanına atıfta bulunur gibi her tarafı ekranlarla kaplı odalarda zorunlu yaşamlarla puan biriktiren insanları görerek hayıflanıyoruz.


Tüm bu farklılıklara ve bağlantısızlıklara rağmen Black Mirror'u bir arada tutan şeyse konusu. Teknolojinin yarattığı distopik toplum. Diziyi izlenilir kılansa bizi bize izleterek nereye yol aldığımızı göstermesi. Kimi zaman günümüz teknolojisinin ve sosyal medyasının gücünü gözümüze sokması, çoğu zamansa gelecek teknolojinin oluşturacağı distopik toplum öngörüleriyle ufkumuzu fazlaca açması. Bazen de keşke bu gerçek olsa korkusu..


Bu filmler bütünü izlersen asıl sarsıcı olan şeyse izlediğimiz distopik dünyaya doğru hızlıca yol alıyor oluşumuz. Ah keşke bu gerçek olsa korkusu ise kaybettiğimiz sevdiklerimizin teknolojik yansımalarının bizi hiç yalnız bırakmayacak olması. 


Özellikle distopya seven ve gelecek öngörüsü olan biriyseniz mutlaka seveceksiniz.

Keyifli seyirler.

Black Mirror dizisinin şöhretini artık duymayan kalmamıştır. Ama olsun, bir kez de benim gözümden irdeleyin. Ve hala kıyıda köşede kal...

Sıradan Delilik Öyküleri - Charles Bukowski


İlginç. Yani bazı eserleri günümüzde yaşayan biri yazsa, yerden yere vurur hatta sosyal medyada linç eder, insan içine çıkamayacak hale getiririz. Ama aynı eseri yeraltı dünyasının en meşhuru yazınca acaba ben mi yanlış anladım durumuyla sessizliği seçiyoruz galiba. Kendinde eleştirme cesaretini görenlerimizse kısmen üstünkörü kısmende istemem kaçamağına başvuruyor. Bukowski'yi anlayanlarsa yazılanın değil anlatılmak istenenin peşinde...

İlginç. Yeraltının en ünlü yazarını Sıradan Delilik Öyküleri'ni okumak. Ne kadarı öykü ne kadarı fantazi dünyası ne kadarı gerçek belli değil. Orta yaşın üstünde bir adamın su gibi alkol tükettiği, hiç tanımadığı kadılara bile sarktığı hatta tecavüze yeltendiği, defalarca karakolluk olduğu, bırakın çevresine kendine bile değer vermediği anlatıları okuyoruz. 

İlginç. Kitabın daha doğrusu öykülerin kahramanı da Bukowski.  Diğer kuşlara ibret olsun diye bir kuşun iki bacağını kesen arkadaşına seyirci kalacak kadar duyarsız, koğuşta arkadaşına tecavüz edilmesini duygusuzca anlatabilecek kadar umarsız, her gördüğü kadını cinsel obje gibi görecek kadar arsız ve aklından geçirdiği her küfrü yazacak kadar terbiyesiz. 

İlginç. Çok iyi şiirleri var ve bir çok insan onun hayranı. Şiir dinletilerini sabırsızlıkla bekleyen kitleler var. Bukowski'nin umurunda değil. O yaşamak için yazmak zorundaymış gibi. Söyleşilere edebiyat ruhunu aşılamak için değil içki parası kazanmak için gidiyor. Yazarların sıkıcı olduğunu düşünüyor. Yazma eyleminin sonradan öğrenilemeyeceğini, doğal yetenek olduğunu ancak meslek olamayacağını anlatıyor.

İlginç. Bu kadar küfür, duyarsızlık ve sapkınlığın arasında güncelliğini yitirmeyen nokta tespitlerde bulunuyor. Daldan dala atlıyor ve okurunda sıkılmadan peşinden geleceğini iddia ediyor. Bir süre okuduktan sonra yazarın sadece kendisine zararı olan savruk bir adam olduğunu kabul ederseniz, öyküler biraz daha sempatikleşiyor. Küfürler gülünç, tespitler daha dikkat çekici hale geliyor. Ve çoğunlukla kızarak bazende tebessüm ederek ama sıkılmadan peşinden gidiyorsunuz.

İlginç... 

İlginç. Yani bazı eserleri günümüzde yaşayan biri yazsa, yerden yere vurur hatta sosyal medyada linç eder, insan içine çıkamayacak hal...

Kadın Budalası - Dostoyevski


Bazı kitaplar okunmasına okunuyor ama eleştirisini yazmaya gelince kal getiriyor. Verdiği mesajların satır aralarında gizli olmasından mı, her okuyanın farklı çıkarımlarda bulunmasından mı yoksa eleştirilecek ya da yerilecek bir tarafının bulunamamasından mı kaynaklanıyor bilemiyorum.

Kadın Budalası'da benim için böyle bir kitap. İsmine baktığınızda kadın peşinde koşan belki sapkın ama çokça çapkın bir karakterle hemhal olacakmışız gibi. Ama öyle değil. Bu nedenle aynı kitabın Ebedi Koca ismiyle yayımlanan çevirisinin anlatıya biraz daha yakın olduğu kanısındayım.

Bu kez kitabın içeriğinden bahsetmektense satır aralarının bana anlattıklarından bahsedeyim. Hem böylece spoiler vermemiş hem sizin de başka çıkarımlarda bulunabileceğinizi hatırlatmış olurum. 

Zayıf bir karakterin, olduğu gibi yaşaması oldukça zordur. Bu nedenle bir bütünün daha doğrusu sevginin parçası olmak onun için hayata tutunmanın en olası yoludur. Sevmek, daha doğrusu hem sevip hem de sevilmek. Ancak severken sevilmemenin verdiği acıya rağmen sadık kalabilmekte ayrı bir özveri konusu. Diğer taraftan unutmaya çalışılan geçmişin en olmadık yerde karşıda duruyor olması ve tüm gardı düşürmesini verdiği acıyı bir kenarda tutalım. Sonra geçmişin acıları yetmiyormuş gibi kast sistemini ve onu aşabilmek için doğru düzgün tanımadık ama hayranlık beslenen birilerinden istenen yardımı hissetmeye çalışalım. Bir taraftan da o birileri yerine koyalım kendimiz. Olmadık insanların olmadık heveslerine tercüman olmak. 

İşin özü sevgili okur, Dostoyevski'nin bu eserini okursanız muhtemelen kast sistemi, çıkar ilişkileri, sevgi ve bağlılık gibi bir çok konuda çıkarımda bulunabileceğiniz gibi, o dönemin Rus toplum hayatı hakkında da bilgi sahibi olabilirsiniz. Özellikle varoşlar ve varoş yaşam açmış kapılarını sizi bekliyor.

Keyifli okumalar... 

Bazı kitaplar okunmasına okunuyor ama eleştirisini yazmaya gelince kal getiriyor. Verdiği mesajların satır aralarında gizli olmasından...

Tatar Çölü - Dino Buzatti


Beklemek... Gelmeyeni, olmayanı ya da bir varsayımı beklemek. The Pianist filminde geçen bir replikteki gibi... "Sanki çok ömrümüz varmış gibi, beklemeyi öğretiyor bize hayat." tecrübesiyle beklemek...

Tatar Çölü' nde de roman kahramanı Drago öğretiyor bize beklemeyi. Kendisi daha gencecik bir askerken onunla beraber Bastiani Kale'sine gidiyoruz. Ancak Tatar Çölü sınırındaki bu ıssız kalede kalmak gibi bir niyetimiz yok. Göreve başladıktan sonra üstlerimizle konuşup şehirdeki bir birliğe geçmeyi planlıyoruz. Oradan ayrılmak istediğimizi komutana söylüyoruz ama kalenin komutanı bizi en azından dört ay kalmaya ikna ediyor. Dört ay da geçiyor ve biz yine ayrılamıyoruz kaleden. Bir şeyler tutuyor ve biz de artık gelecek saldırıyı beklemeye başlıyoruz. Sonra bu ıssızlığın içinde boğulmuş kaledeki disipline şaşırıyoruz. Herkes kaleye gelecek bir saldırıyı şevkle beklemeye devam ediyor. Bu saldırı bir çok asker için kahraman olmanın önünü açacak ama kimseler saldırmıyor. Zaman zaman uzaklarda karartılar görülür gibi oluyor ama yine kimse gelmiyor. Dünyamız Bastiani Kalesi oluyor. Korkusuzca beklerken sıkılıyoruz bazen. Ne olacaksa olsun artık sabırsızlığında beklemeye devam ediyoruz. Ömrümüz geçiyor ve biz hala Bastiani kalesine gelecek o saldırıyı bekliyoruz. Kabuğumuzu kıramadığımız için bekliyoruz. Beklerken ölüyoruz.

Kitap merak uyandırıcı ve akıcı diliyle okurunu içine çekmeyi başarıyor. Öyle ki okur, okurken yaşlandığını hissediyor. Teğmen Drago'nun hayatını herkese yaşatıyor. 

İnternette gördüğüm bir eleştirmenin de yazdığı gibi, kitabın belki de en iyi eleştirisi  Pablo Nerudo'nun şu şiiri olmalı...

Yavaş yavaş ölürler

Yavaş yavaş ölürler
Seyahat etmeyenler.
Yavaş yavaş ölürler
Okumayanlar, müzik dinlemeyenler,
Vicdanlarında hoşgörüyü barındıramayanlar.

Yavaş yavaş ölürler
Alışkanlıklarına esir olanlar,
Her gün aynı yolları yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile girmeyenler,
Bir yabancı ile konuşmayanlar.

Yavaş yavaş ölürler
Heyecanlardan kaçınanlar,
Tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı görmek istemekten kaçınanlar.

Yavaş yavaş ölürler
Aşkta veya işte bedbaht olup yön değiştirmeyenler,
Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar,
Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar.

Sevgiyle Kalın...

Arka kapak yazısı:
İç karartıcı Bastiani Kalesi'ne vardığında genç teğmen Giovanni Drogo tarifsiz bir sıkıntıya kapılır. İlk görev yeri olan bu kaleyi bir gece bile kalmadan terk etmeyi ister, ama harekete geçemez. Sonunda en fazla dört ay kalabileceğine karar verir. Alışkanlıkların uyuşturucu etkisi, askerlik gururu, gündelik ritüellerle dolan bir hayat boşluğuna bağlanması ve Tatar Çölü'nün vahşi cazibesi bu dört ayı yıllara çevirir. Giovanni Drogo kimsenin gelip geçmediği, öte tarafında ne olduğunu, kimlerin yaşadığını bilmediği bir çöl sınırını beklemeye bırakır kendini. Ünlü İtalyan yazar Dino Buzzati'nin ilk romanı olan Tatar Çölü, hayatın anlamını ve insanın kaderine teslim olmasını sorgular. Kafka, Sartre ve Camus'nün değişik biçimlerde uğraştığı bu sorgulamayı kurgulayan Tatar Çölü, çağımızın önemli eserlerinden biridir.

Sayfa Sayısı: 232

Beklemek... Gelmeyeni, olmayanı ya da bir varsayımı beklemek. The Pianist filminde geçen bir replikteki gibi... "Sanki çok ömrümüz...

Hafta Sonu Filmleri

Uzuuun bir aradan sonra sinemada film izleme kararı aldım. Tabi ki yoğun bir tavsiye bombardımanına rağmen, herkesin gittiği ve hönküre hönküre ağladığı Müslüm filmine gitmedim. Çünkü hiç bana göre değildi herkesin içinde ağlamak. Neyse uzatmayalım. Seansı uygun olduğu için  Rafadan Tayfa Dehliz filmine girdim.

Rafadan Tayfa Dehliz


Bilirsiniz, herkes bilir... Sinemaya bilet alınarak girilir ve biletinizde yazan numaralı koltuğa oturursunuz. Ama biz salona girdiğimizde hiçte öyle şeyler olmadı. Seansın boş olmasından dolayı herkes kendini nerede rahat hissediyorsa oraya oturmuş. Zaten son anda girmişiz, düzeni bozmayalım diye kendimize üzerinde yiyecek kırıntıları bulunmayan bir koltuk bulduk. Sonra bir baktım salon anneler ve çocuklarıyla dolu. Aman Allah'ım benim burda ne işim var şaşkınlığından sonra başladım izlemeye. Hayır sadece filmi değil, filmle beraber tüm salonu. Mesela iki sıra önümde bir kaç koltuk sağ tarafımda bir anne resmen filmi telefonuna kaydediyordu. Her halde evde tekrar tekrar izletecek biricik yavrucuğuna... Sonra filmdeki karakterlerden biri "benimle dehlize kimler geliyor" diyor, önümdeki şirin mi şirin bir kız çocuğu BEN diyerek ayağa fırlıyor. Anlayacağınız çocuklar çok eğleniyor. Sonradan öğrendiğim kadarıyla film her zamanki Rafadan Tayfa'ymış ve çok güzelmiş. Benim içinse tanımlanamaz bir tecrübeydi. Bu arada sinema salonundaki görevli arkadaşlara sesleniyorum. Kardeşim, özellikle çocuk filmlerinin oynandığı salonları size zahmet sık sık süpürürseniz, biz de çarpılmayız Allah muhafaza...  

Lütfen Beni Öldürme - Stranger Than Fiction (2006)


Bu tanımlayamadığım sinema tecrübemden sonra hemen kendime gelme seanslarına başladım. İlk olarak Bir Tutam Karınca'nın tavsiyesi olan 2006 yapımı, Lütfen Beni Öldürme filmini açtım. Benim gibi ismine bakıp da aldanmayın. Hareketli, bol aksiyonlu film izlenimi verse de öyle değil. Film iki koldan ilerliyor. Her gün tam olarak aynı şeyleri tekrar eden, kafası zehir gibi çalışan maliyeci ile bütün romanlarında kahramanını öldüren bir yazarı izliyoruz. Başlarda karakterlerin olağan yaşantısını izlediğimiz film, maliyeci ile yazarın bağlantısının ortaya çıkması ile oldukça ilginç bir hal alıyor. Sahi siz bir yazar olsaydınız ve kitaplarınızda anlattığınız yaşamlar gerçekte birinin hayatı olsaydı, yani onun kaderini yazdığınızı fark etseydiniz n'apardınız? Peki ya önceki romanlarınızda öldürdükleriniz için de pişmanlık duyar mıydınız? Ya da bir anda, yazılmakta olan romanın kahramanı olduğunuzu fark etseydiniz, kendinizi kurtarmak için neleri göze alırdınız?

Film özellikle konu olarak çok etkileyici. Ancak bol bol hareket arayışında olanlar için durağan olduğunu söylemeliyim. 

Yok Artık (20015)


Biraz da gülerek kendimize gelelim düşüncesiyle Yok Artık filmini açtık. Yok Artık, 2005 yapımı Türk komedi filmi. Taksici Fikret'in anlattığı komik bir kaç hikayeden oluşuyor. Hikayelerin hepsi yok artık dedirten türden. Güldür Güldür'ün sinema versiyonu gibi düşünebilirsiz. Ya da niye düşüneceksiniz ki, açın interneti izleyin. Gülmeye ihtiyacınız varsa ve bu komediyi izlemediyseniz sizin için güzel tercih olabilir. Ben özellikle filmin ilk hikayesini izlerken çok güldüm. Tavsiye ederim. Bu arada Yok Artık 2 filmi de yayımlanmış ama onu daha izlemediğim için hiç oralara girmiyorum. Sanırım onu da başka bir akşam izlerim.

Yüzünüzden tebessüm eksik olmasın...

Uzuuun bir aradan sonra sinemada film izleme kararı aldım. Tabi ki yoğun bir tavsiye bombardımanına rağmen, herkesin gittiği ve hönküre hö...

Sineklerin Tanrısı - William Golding


İngiltere büyük bir savaşa girmek üzeredir. Çocuklarını bu savaştan korumak için uçağa bindirip bilinmeze göndermek isterler. Ancak ıssız bir adaya düşen uçaktan kurtulan çocuklar artık başlarının çaresine bakmak zorunda kalırlar.

Yazar distopik ve alegorik olarak tanımlanan romanına yukarıdaki anlatıma benzer sert bir giriş yapıyor. Bu girişten sonra da çevreden izole edilmiş dünyayı tasarlamaya başlıyor. Beklenenin aksine başlangıçta her şey güzeldir. Ada da çeşit çeşit meyveler ve hayvanlar vardır. Bu cennetvari ortamda karşımıza Ralph adında güzel bir çocuk çıkıyor. Orduda binbaşı olan babasının kendisini kurtaracağından emin olan Ralph, gelecek kaygısı yaşamadan düştüğü cennetin keyfini çıkarmaya çalışıyor. Ancak adını hiç bir zaman öğrenemeyeceğimiz Domuzcuk ile karşılaştıktan sonra bir şeyler yapmaya karar veriyor. Adada bulunan çocukları bir araya topluyorlar, büyüklerinden öğrendikleri gibi seçim yapıyorlar ve aralarından bir lider seçiyorlar. Ralph'in en büyük rakibi kilise korosunun başında bulunan Jack oluyor. Kitabın sonuna kadar Ralph demokrasiyi temsil ederken, Jack ise otokrasiyi temsil ediyor.

Yazarın aslında tek bir amacı var. Aramızdaki iktidar hırsının, acımasız mücadelelerin cenneti adım adım cehenneme çevirişini gözler önüne sermek. Hatta her şeye sil baştan başlasak bile aynı sonuca ulaşıyor olmak. 

Sonuç olarak verdiği mesaj ve kanıksadıklarımızın hayatımızı cehenneme çevirisi anlatımıyla okunası bir kitap olabilir. Ancak tüm zorlamalarıma rağmen kitabın içerisine tam anlamıyla giremedim. Anlayamadığım bir şekilde bir şeyler beni sürekli dışarı itti. Mesela Ralph ile Jack arasındaki demokratik seçimde, orduda binbaşı olan babasını kurtarıcı gibi göstererek seçimi kazanması bana hiç demokrasi gibi gelmedi. Takılı kaldım buraya. Oysa kimsesiz ve ilkel bir yaşamla baş başa kalan çocukların en güçlünün peşine takılması iç güdü gereği olmalıydı. Yazarın buradaki fiziki gücü bir kenara itip aile bağlarından gelen gücü öne almasını anlamlandıramadım. Belki de kitabında yer yer bahsettiği İngiliz asilliğini burada da vurgulamak istemiştir de ben kaçırmışımdır. Bilemiyorum. 

Son söz; kitap uzun süre okuma listeme girmeyi bekleyip durdu. Bunda okurun kafasının karışık olmasının da etkisi var tabi. Kimi okurlar kitabı içselleştiremezken kimi bayıldı. Tabi ki bu durum kitabı uzun bir süre ertelememe neden oldu. Ancak Kitap Gizi' nin oku tavsiyesi üzerine ani bir kararla ilk sıraya alınarak okundu. Ben pişman değilim ve sonuna kadarda okudum ancak aynı iştahla size tavsiye edemeyeceğim. Distopik romanları seviyorsanız okuyunuz.

Sevgiyle kalın... 

İngiltere büyük bir savaşa girmek üzeredir. Çocuklarını bu savaştan korumak için uçağa bindirip bilinmeze göndermek isterler. Ancak ıs...

Efrasiyab'ın Hikayeleri - İhsan Oktay Anar


Anadolu da insanlar, özellikle elden ayaktan kesilmiş, varlığıyla yokluğu bir olmuş, herkesin saygı duyduğu ama kimsenin ciddiye almadığı dedelerin kendilerini dinletme yöntemidir öyküler. Haliyle sıradan olmamalı, içinde kültüre uygun ürpertici, korkutucu ve zenginlik hayali kurdurucu ögeler olmalı. 

Anadolu'nun bir yerinde yaşayan Cezzar Dede de kendini bu yöntemle dinletenlerdenmiş. Tam on bir torununa içerisinde kayıp hazineler, cinler, periler geçen hikayeler anlatır dururmuş. Günün birinde her insanın kapısını çaldığı gibi Cezzar Dedenin de kapsını çalmış Ölüm. Hikaye bu ya, ölüm herkese son bir şans veriyormuş. Aralarında anlaşmışlar ve Cezzar Dede ile de hikaye anlatma yarışına tutulmuşlar. Bu yarışın sonunda da sekiz hikayeden oluşan bu kitap meydana gelmiş.

Hikayeler yörelerimize ve törelerimize uygun. Yani zombi yerine malum korktuğumuz şeyler var. Ancak bir çok hikayenin takibi zor. Daldan dala atlarmış gibi. Dinleyici değil anlatıcı odaklı. Anlatan eğlenirken dinleyen anlamakta zorlanıyor. Tam da kendini dinletmek isteyen dedenin akşam yaşadığını sabah kahvaltısından anlatmaya başlaması gibi.

Yazarın hikaye anlatımı da farklı. Örneklerini Mevlana'da gördüğümüzü iç içe geçmiş alt hikayeler örüntüsü ustaca işlenmiş. Ölüm ile Cezzar Dede birbirine hikaye anlatırken bir bakmışsınız Cezzar Dedenin hikayesindeki kahramanın anlatımıyla başka bir anlatıya geçmişiz. Hikaye bittikçe basamakları yukarı tırmanıp asıl hikayeye ulaşmışız. Labirent gezintisi gibi...

Kitap, blog sözlüğün kitap okuma grubunun seçkisi. Okurken zaman zaman sıkıldığım, hikayeden koptuğum olsa da kitap bittiğinde damağımda farklı bir tat kaldı. İhsan Oktay ile tanıştığım için kesinlikle pişman değilim.

Sevgiyle kalın...

Anadolu da insanlar, özellikle elden ayaktan kesilmiş, varlığıyla yokluğu bir olmuş, herkesin saygı duyduğu ama kimsenin ciddiye almad...

Yürümenin Felsefesi - Frédérick Gros



Bildiğiniz yürümekten bahsediyoruz. Mecazi anlam filan yok. Hani şu bir ayağınızı diğerinin önüne atıp durduğumuz, bunu yaparken de nasıl yapılacağına bile kafa yormadığımız eylem. 

Yürümenin de felsefesi mi olurmuş demeyin. Yazar 192 sayfalık anlatımla, yürümeyi sağından solundan, önünden arkasından, felsefesinden sosyolojisinden yani aklınıza gelebilecek her yönden irdelemiş ve tane tane anlatmış.

Her şeyden önce yalnız yürümeliymişiz. Hızımızı kendimiz belirlemeli, bir yerlere yetişme kaygısı olmadan attığımız her adımı yaşamalıymışız. İşte o zaman vücut kendi dengesini bulup daha verimli çalışmaya başlıyormuş. Vücudun rahatlamasıyla beyin bile daha iyi düşünür hale geliyormuş. Hatta düşünme eylemi oturarak olmazmış, o derece...

Birde günümüzün modern yürüyüşçüleri "trekking"çiler var. Yazar ellerinde kayakçı çubuğu gibi çubuklar bulunan bu güruha da karşı. Olayı doğallıktan çıkardığı ve kapitalist sisteme hizmet ettiğini düşünüyor. Ayrıca gruplar halinde yürümenin insanın özüne ulaşmasına engel olacağı görüşünde.

Bunun dışında haç yolculukları, seyahat için yürümek, ceza için yürütülmek, kafayı toplamak için gezinmek gibi ayrıntılara boğduğu birçok konuyu yine tüm yönleriyle aktarıyor. Tamam kardeşim gezinmek güzel şey ama bir yere ulaşmak için yürümek zorundaysanız eziyete dönüşüyor endişesi taşıdığınız bir sayfadan sonra aklımızı okurcasına cevabını veriyor. Merak etme o konuyu bende düşündüm, ayrıca olaya birde farklı bir yönden bak tavrıyla abandone olmanızı sağlıyor.

Daha sonra Nietzsche, Rousseau, Thoreau, Rimbaud, Kant ve Gandi gibi isimler için yürümenin önemini, eserlerine, mücadelelerine etkisini ve arınma süreçlerini okuyoruz.

Kitap bana Bir Tutam Karınca'nın tavsiyesi. Kendisini takip edenler bilir. Her gün kilometrelerce koşu sonrası spor salonunda çalışma ve son olarak da dinlenmek için bisiklet kullanır. Sanırım bana kalk biraz hareket et demek istemiş. Haklı...

Sonuç olarak bazı bölümler hariç kendini okutan bir kitap. Yürümenin nesi anlatılabilir ki diye düşünenlerdenseniz bir göz atın. Faydaları anlatmakla bitmiyormuş...

Keyifli okumalar...

Bildiğiniz yürümekten bahsediyoruz. Mecazi anlam filan yok. Hani şu bir ayağınızı diğerinin önüne atıp durduğumuz, bunu yaparken de n...

Jüpiteri Satıyorum - Isaac Asimov


Isaac Asimov, tüm eserleri okunması gereken yazarlar listeme girdi artık. Bu nedenle karşılaştığım ve okumadığım e-kitaplarını hemen yüklüyorum. Ancak aynı yazarı peş peşe okumak eserin etkileyiciliğini kırabilir ya da okuru bıktırabilir düşüncesindeyim. Bu nedenle de pey der pey İsaac Asimov okumalarımla karşılaşacaksınız.  

Jüpiteri Satıyorum'u da sadece yazarından dolayı ve ön bilgi edinmeden okudum. Kitap 24 kısa bilim kurgu hikayesinden oluşuyor. Hikayenin birinde insan olmaya çalışan robotun mücadelesini okuyarak kendimizi şanslı hissederken, diğerinde birbirini avlayarak yok eden canlı türünün insana ne kadar da benzediğini düşünerek hayıflanıyoruz. Neredeyse tüm hikayelerde kendi sonumuzu kendimizin getireceği sonucunu çıkarıyoruz. Bunu bazen yapay zeka ile bazen de gelişen teknolojinin zararlı kullanımıyla yapıyoruz. Sadece "Yazar! Yazar!" isimli öyküsünde bilindik tarzının dışına taştığını görüyoruz. Sahi, sizi etkileyen roman karakterleri canlanıverse ne olurdu?

Sonuç olarak okuması kolay, hikaye çeşitliliği ile ufuk açıcı bir kitap. Zorlanmadan okuyabileceğinizi düşünüyorum.

Sevgiyle kalın...

Isaac Asimov, tüm eserleri okunması gereken yazarlar listeme girdi artık. Bu nedenle karşılaştığım ve okumadığım e-kitaplarını hemen y...

Başkentimizin Turizm İncisi Beypazarı


Bir hafta sonu nereye kaçsak arayışı içindeyken bulduk Beypazarı'nı. Öyle çok gezi meraklısı bir adam da değilim aslında ama insan büyük şehrin karmaşasında nefes alamayacak duruma geldiğinde bir yerlere kaçmak istiyor. İşte benim gibi bu duruma düşen mangalcı tayfası dışındakilerin ve gezmekten zevk alanların uğrak yeriymiş bu ilçe. Sonuçta Ankara'ya bir saatlik mesafede. Her gün işe gidip gelmek gibi bişey... Osmanlı evleri, yemekleri ve çarşısıyla da meşhurmuş. Hadi bakalım buyrun. Beypazarı'nı önce benimle beraber yüzeysel gezin sonrasında ise işin üstadından okuyun...

İNÖZÜ VADİSİ

Beypazarı'na gelmeden hemen önce sağ tarafınızda kalıyor vadi. Üzerinde beypazarı maden suyu şişesi heykeli bulunan şadırvanın yanından sağa doğru döner dönmez başlıyor vadi. Öyle ıhlara vadisi gibi bir yer hayal etmeyin. Sağlı sollu yüksek tepeler ve uzaktan görülen mağaralar var. Ancak bu terk edilmiş görüntünün yanında doğal köy kahvaltısı yapabileceğiniz çay bahçesi görünümlü mekanlarla dolu. Tabi ki biz mevsimini tutturamamış olabiliriz. Çünkü nette gördüğüm o güzelim gezi yerlerini ve gezen insanları görmedim. Bu arada vadinin girişindeki şadırvandan doğal kaynak suyu akıyormuş. Millet damacanaları kapıp gelmiş...


ÇARŞI

İnözü Vadi'sinden çıkıp Beypazarı ilçe merkezine girdiğinizde artık -varsa- aracınızdan kurtulmaya bakın. Bundan sonrasını yaya olarak gezeceğiz. Çarşı merkezine girdiğinizde sizi havuç heykeli karşılıyor.  Bu heykelden kalabalığı takip ederek yukarıya doğru çıkıyoruz. Sağlı sollu hediyelik eşyaların, gümüşçülerin, doğal bitkisel ürünler satan dükkanların, havuç ve dut suyu satan tezgahların arasından geçerken Osmanlı evlerini de gözden kaçırmıyoruz. 





SULUHAN NASUHPAŞA HANI

Çarşıdan yukarı doğru çıkarken sol tarafınızda göreceksiniz. Kapıdan girdiğinizde sizi beklenmedik büyüklükte bir alan karşılayacak. duvar taşları ve duvarlardaki bölmelerin güzelliğine hayran kalırsanız sakın başınızı yukarı kaldırmayın. Burayı hangi gözü kör olasıca restore ettiyse kendine benzetmiş. E be adam, bu güzelim duvarların çatısına o dönemin ruhuna uymayan uyduruk yapıyla neden kapatırsın. Neden aslına uygun yapmazsın. Neyse ki bu alanın sol tarafında kalan geniş bahçe olanca güzelliğiyle duruyor. İçeride bir kaç tane cafe tarzı dükkan var ama üst katın neredeyse tamamı boştu. Bu arada Suluhan gezisi bedava...



 

TÜRK HAMAM MÜZESİ

Suluhan'dan çıktıktan sonra yukarıya doğru yolumuza devam ediyoruz. Az biraz yürüdükten sonra yine sol tarafımızda ülkemizin ilk hamam müzesiyle karşılaşıyoruz. 3 TL ücret ödedikten sonra (12 yaşından küçükler ücretsiz) içeriye giriyoruz. Yanımıza gelen abladan buranın ilk hamam müzesi olduğu, bazı günler erkeklerin bazı günlerse kadınların kullandığı, evlenecek kızların ilk buralarda gözden geçirildiği gibi kısa bir bilgilendirme aldıktan sonra içeriyi de geziyoruz. Zaten küçüçük bir yer olduğu için geziniz kısa sürede bitiyor.







YAŞAYAN MÜZE

Türk Hamam Müzesinden çıktıktan sonra hemen karşısındaki Sultan Alaaddin Caminin yanından sağ tarafa doğru dönüyoruz. Artık çarşı kalabalığının azaldığına bakmadan yolunuza devam ederseniz sol tarafınızda Yaşayan Müze'yi görürsünüz. Buraya girişte 8 TL ve 12 yaşından küçükler yine ücretsiz. Ancak buradan aldığınız bileti saklarsanız yaşayan köye indirimli girebiliyormuşsunuz. Her neyse. Müzeye girdikten sonra merdivenleri çıktığınızda konağın giriş kapısına geliyorsunuz. Hemen konağa girmeyin, burada güzel bir hikaye var. 


O zamanlar herkesin girebildiği konağın kapısına gelindiğinde, sağ tarafta dışarıdan açılabilen bir pencere bulunurmuş. Bu pencereyi açan muhtaç kimse içerideki ahşap dolaba boş kabını bırakır ve üç kez tıklatırmış. Pencerenin açıldığı mutfak kısmındaki ise o günün menüsünde ne varsa onu kaba koyar ve dolabı tekrar çevirirmiş. Böylece veren el alan elin kim olduğunu bilmezmiş. Ancak bazen evin kızı ile aşık delikanlı da bu yolla haberleşirlermiş. konak halkı bu durumu bilse de bir yere kadar göz yumarmış. Ancak gençler işi abartınca büyükler onları karşılarına alır "biz senin ne dolaplar çevirdiğini biliyoruz" derlermiş. Ben dinlerken çok etkilendim, umarım güzel aktarabilmişimdir.




Müzenin içerisinde ebru sanatı, hacivat karagöz ve kurşun döktürme gibi etkinlikler var ancak hepsi paralı. Yine de ekstra para ödemeden o dönemin yaşam tarzına dair bir çok şeyi görebiliyorsunuz.






Müzeden çıktıktan sonra Hıdırlık tepesine gidecektik ama tadilattaymış. Bu nedenle yaklaşık beş saat süren gezimizi sonlandırdık. Eğer yolunuz düşerse sıkılmadan gezebileceğiniz, özellikle beypazarı kurusunu yerinde tadabileceğiniz güzel bir gün geçirir, burada paylaşmadığım bir çok görseli yerinde görebilirsiniz.

Şimdi asıl gezi bilgilerini almanız için sizi işin erbabıyla baş başa bırakıyorum. Sevgiyle kalın...

Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sinde anlattığı Beypazarı;

İlk kurucusunu bilmiyorum. Fakat ilk fatihi Kütahya beylerinden Germiyanoğlu Yakup Şah'ın veziri Dinar Hezar'dır. Onun için şehre "Germiyan Hezar" da derler. 


Haftada bir gün güzel süslü bir pazar kurulup, bütün kıymetli eşyalar bulunur. Halkının uğraşları tiftik keçisi olduğundan, pazarında sof çok satılır. Müşterisi vardır. Senede bin kantar sof ipliği satılır. Sofu olmaz fakat güzel mümeyyizi olur. Pazarına her hafta etraf köylerinden 10 bin insan toplanır. 


Şehir Anadolu toprağından Engürü sancağı hududunda olup, İstanbul'da kim Şeyhülislam olursa ona has olur. Padişah hasından ayrılmadır. Müftü tarafından hakimi subaşısıdır. 150 akçelik kazadır. Senelik kadısına yedi kese gelir getirir. Damga emini, Sipahi Kethüda yeri ve Yeniçeri Serdarı vardır. Fakat kale ağası ve neferi yoktur. Kalesi bir dere içinde olup, iki tarafı balık sırtı gibi kaya üzerindedir. Genişliğini bilmiyorum. 


Aşağıda şehir iki geniş dere içinde olup 20 mahalle 41 mihraptır. Fakat öyle mükellef camileri yoktur. Çarşı içinde cami güzeldir (Paşa Camii). Hepsi 3060 tane iki katlı evleri vardır. Duvarları kerpiçtendir. Yüzeyleri tahta ile kaplıdır. Medrese Darulhadis ve Darulkurrası vardır. Çünkü talebe bilginleri çoktur. Medreseleri kargir değildir. 70 adet çocuk mektebi vardır. Çocukları gayet temiz ve olgun olup, 700' ün üzerinde hafızı vardır. 


Bir Şeyhülislamı var ki; bütün bilginler onunla ilmi tartışmaya girmekten acizdirler. Nakibüleşrafı fadıl değil fakat, gayet cömert bir kimsedir. 


Halkının çoğu bilginlerdir. Hepsi renk renk sof giyerler. Türk şehri olduğundan halkı Oğuz taifesidir. Yani Türk kavmi demenin güzel bir ifadesidir. Yedi tane hanı vardır. Çarşı içindeki güzel bir han yanmıştır. Hamamları, 600 dükkanı vardır. Çarşıda kasaplar içinden akan dere kenarında hafta pazarı olur. Dere burada şehrin aşağı tarafından akarak bir nehir vasıtası ile Sakarya'ya dökülür. Şehir yüksek yerde olduğundan caddeleri kumsalca ve kaldırımsızdır. Halkı garipsever ve cömert kişilerdir. Kadınları gayet edepli ve akıllı olurlar. 


Bağ ve bahçesi çoktur. Bostanlarından bir çeşit kavun olur ki lezzetinden adamın damağı yarılır. Misk ve hamamber gibi kokusu vardır. Şehir halkının çoğu bu kavundan zerde pişirir. İçine tarçın ve karanfil korlar. Muaviye'nin icat ettiği zerdeden tatlı bir zerde olur. Bir çeşit yeşil armudu olup, yuvarlak olduğu gibi dördü beşi de bir okka gelir. Gayet hoş ve suludur. İstanbul'a nice bin kutu armudu pamuklar içinde hediye gider. Bu armudun eşini acem diyarından başka yerde görmedim. Bir çeşit siyah arpası olur ki, gayet yağlıdır. Ata çok vermekten çekinilmelidir. Sahrasında pirinci olur ki, gayet pişkindir. Velhasıl etrafı geniş, eşyası ucuz ünlü bir şehirdir. Şeyh İvaz dede adında bir de türbesi vardır.

Bir hafta sonu nereye kaçsak arayışı içindeyken bulduk Beypazarı'nı. Öyle çok gezi meraklısı bir adam da değilim aslında ama insan...