Cengiz Han'a Küsen Bulut


Gün Olur Asra Bedel kitabıyla ilgili paylaşımımda, kitabın bir bölümünün siyasi nedenlerden dolayı yasaklandığından ve sonrasında bu bölümün ayrı bir kitap olarak basıldığından bahsetmiştim. Linke tıklayarak o bölümü okumak istemeyenler için burada da kısa bir özet geçeyim. Her şey sizin için... O kitapta Kazangap'ın cenazesini 30 km uzaklıktaki Ana Beyit mezarlığına götüren Yedigey'in aklından geçenleri okumuştuk. Ana Beyit, Mankurt, Raymalı Ağa gibi efsaneleri okurken, köylerinde yazar olan ve bu efsaneleri yazan Abutalip Kuttubayev'in, Sovyet gizli servisi tarafından götürülerek sorgusu sırasında ölümü hakkında bilgi sahibi olamamıştık. Bu bölümü atlamak zorunda kalmıştık.

Bu eser ise Abutalip Kuttubayev'in kaçırılarak sorgulanması ön hikayesinin altında, yüzyıllar önce aynı topraklarda yaşayan Cengiz Han'ın, batı seferi hazırlıkları sırasında yaşadığı can alıcı hikayeyi konu alıyor. Bölümün ismi de zaten bu hikayeden geliyor. Kendi kuralları ile vicdanı arasında kalan bir hükümdarın yürek sızlatan kararından sonra manevi gücünü kaybedişini ve kendi kabuğuna çekilişini anlatıyor.

117 sayfalık eser fazlasıyla yama hissi verse de benim için Gün Olur Asra Bedel kitabından daha etkileyiciydi. Daha doğrusu bu bölümü de asıl kitaba dahil edersek, Gün Olur Asra Bedel romanının en etkileyici bölümü Cengiz Han'a Küsen Bulut'tu diyebilirim gönül rahatlığıyla.

Sevgiyle kalın... 

Gün Olur Asra Bedel kitabıyla ilgili paylaşımımda, kitabın bir bölümünün siyasi nedenlerden dolayı yasaklandığından ve sonrasında bu ...

Bitik Adam


Kitabı bir arkadaşımın instagramdaki hikaye paylaşımı üzerine okumaya karar veriyorum. Böylece Thomas Bernhard ile tanışarak farklı bir dünyaya, bambaşka bir anlatım tarzına yelken açıyorum. Düşünsel tarzda, varsayımlar üzerine kurgulanan ve fazlasıyla otobiyografik özellikler içeren sarmal bir anlatım tarzıyla tanışıyorum.

Kitaba başlar başlamaz kim olduğunu tam olarak bilmediğimiz ve lokantaya doğru yürümekte olan birinin düşüncelerine konuk oluyoruz. Daha kitabın ilk cümlesinden bir intiharın anatomisiyle karşılacağımız izlenimine kapılıyoruz. Okudukça yolları Mozarteum ve Horowitz kurslarında kesişen Glenn Gould ve Wertheimer neler yaşamış olabileceklerini anlatıcımızın varsayımlarıyla değerlendiriyoruz.

Uzun süre tasarlanmış bir intihar, diye düşündüm, umutsuzluğun birden ortaya çıkarttığı bir eylem değil.

Hikayemizin özünü Glenn Gould'un "Golberg Varyasyonları" performansı oluşturuyor. Glenn'in piyano konusundaki dehası ve "Golberg Varyasyonları" performansi diğer iki arkadaşının sanat hayatını tam anlamıyla bitiriyor. Anlatıcımız o performansın üzerine çıkılmasının mümkün olmayacağını düşünerek sanat hayatına son verirken Wertheimer'i büsbütün kıskançlığın içine itiyor.

Hikayemizin büyük çoğunluğu anlatıcımızın lokantaya doğru yürürken ve lokantada beklerken aklından geçenler oluşuyor. Bu kadar kısa bir zamanda aslında görmediği ve duymadığı bir çok olayın nasıl olabileceği konusunda subjektif değerlendirmelerini içeriyor. Bunun yanında toplumsal hayatı ilgilendiren bir çok konuda da karamsar ama sarsıcı değerlendirmelerde bulunuyor. Ve neredeyse tüm anlatı fazlasıyla karamsar, umutsuz, tutunamama ve bitik adam çığlıklarıyla dolup taşıyor. 

Mahkemeler suçsuz insanları ve ailelerini ömür boyu mahvettikten sonra rutin işlerine dönerler.

Buraya kadar kurgu gibi gelen hikaye, gerçek hayatta Gleen Golud isimli piyanistin olduğunu ve Golberg Varyasyonları isimli eseri çaldığını öğrenmemle bambaşka bir hal alıyor. Bir anda bu satırları hikaye kahramanının performansını dinleyerek yazmanın hatta hikayeyi yaşamanın mutluluğu sarıveriyor. 


Sonuç olarak farklı bir anlatım tarzı olan, neredeyse kitabın tamamı tek paragraftan oluşan, okurken bıkkınlık verecek kadar sarmallaşan ve 117 sayfadan oluşan düşünsel bir kitap. Bitirdiğinizde iyi ki okumuşum diyeceklerinizden...

Keyifli okumalar.   

Kitabı bir arkadaşımın instagramdaki hikaye paylaşımı üzerine okumaya karar veriyorum. Böylece Thomas Bernhard ile tanışarak farklı bir...

Sodom ve Gomore'den Yola Çıkmak


Sodom ve Gomore, Tevrat'tan aldığımız bilgiye göre, Lut kavmi ve İbrahim Peygamber döneminde, bu günkü Filistin topraklarında bulunan ve ahlaksızlıkları nedeniyle Tanrı tarafından helak edilen iki şehirmiş. Yakup Kadri Karaosmanoğlu da aynı ismi verdiği romanının ikinci baskısının ön sözünde bu bilgiyi vererek, İşgal altındaki İstanbul'un kendisine bu iki şehri anımsattığından bahsetmiş. Sadece bununla da kalmayıp o dönem İstanbul'unun cemiyet hayatını anlattığı eserinin her bölümünün başına özet niteliğinde kutsal kitaplardan metinler yerleştirmiş. 

Eserin ismi ve içeriği merak uyandırsa da dilin eski Türkçe olabileceği endişesiyle okumaya çekinmiştim. Ancak okudukça, hikayedeki karakterlere olan kızgınlığımla beraber dönemin tasviri sonraki sayfaları merakla çevirmemi sağladı. Öyle ki, işgal komutanlarının metresi olma yarışına giren genç kızların yanında, kendi maddi çıkarları için eşleriyle beraber işgalcilere yaltaklanan adamların varlığına ürperdim. Kimliklerini, karakterlerini anlayamadığımız insanların ülkelerini bir yana itip, cemiyet hayatındaki tavırlarını "değer miydi" duygusuyla okudum. Bunun yanında işgal komutanlarının, komutanlıktan çok gönül eğlendirme peşinde olmaları, günün birinde buradan ayrılacakları bilinciyle hatıra biriktirmelerini garipsedim. Diğer yandan, Anadolu'daki milli mücadele seslerinin hem işgal komutanları hem de yardakçıları üzerindeki endişenin anlatıldığı satırlara "keser döner sap döner, gün gelir hesap döner" coşkusuyla sarıldım. Yani demem o ki, ben bu kitaba kapıldım.   

Benim bu kadar bayıldığım kitaba Hüseyin Cahit Yalçın'ın (kendisi gazetecidir) beni benden alan ağır eleştirisinden de bahsetmeden geçemeyeceğim. Hüseyin Cahit bey, yazarı batı hayranlığı gütmekle suçlayarak, eserlerinin gittikçe amiyaneleştiği, itinasızlığın ve laubaliliğin basamak basamak arttığından dem vurmuş. Romandan kesitler alarak örneklediği eleştirinin küçücük bir kısmını paylaşarak tadını damağınızda bırakmak istiyorum.

*Nermin ismini taşıyan bir genç kız, "bir av borusu duymuş bir ceylan yavrusu gibi" ürker.
Bu teşbih muharririn kendi malı mıdır? Bizde ceylan nerede? Olsa bile, av borusu nerede? Muharririn kendisi av borusu duymuş mudur ki ceylanlarımız duysun? Muharrir, bir kitaptan aklında kalan bu tabiri kendi görüşü, hissedişi, mahsulü imiş gibi basma kalıp buraya yazıvermiş.
* Leyla "Pelikan kuşunun feryadını andıran bir sesle " haykırıp kıvranır.
Acaba bu nasıl bir haykırıştır? Muharrir kendisi bu haykırışı nerede işitmiş ki Leyla'nın haykırışını ona benzetiyor? Benzetilen şey bizim için melün ve maluf olmalıdır ki onu hatırlayarak Leyla'nın nasıl haykırıp kıvrandığını anlıyalım. Pelikan kuşunun resmini bile gözümüzün önümüze zor getirebilirken haykırışını nereden bileceğiz?

Sonuç olarak hem yaklaşık 300 sayfalık kitabı hem de Hüseyin Cahit Yalçın'ın kitabı yerden yere vurduğu eleştiriyi seveceğinizi düşünüyorum.

Keyifli okumalar.

Sodom ve Gomore, Tevrat'tan aldığımız bilgiye göre, Lut kavmi ve İbrahim Peygamber döneminde, bu günkü Filistin topraklarında bulu...

Kitap Manyaklarının Öyküsü; Kağıt Ev


Bir şeye tutkuyla bağlanmanın adı manyaklık olmalı. Araba sevdası mı dersiniz, plak tutkusu mu yoksa kitap sevdası mı bilemem. Ama hangisi olursa olsun sevdanın zirve noktasıdır manyaklık.

Kağıt Ev yani La Casa De Papel. İncecik ama doyurucu bir şekilde kitap manyaklarını anlatıyor. İşte ben size bu incecik kitaptan bahsetmek yerine empati yapmayı öneriyorum. Büssürü kitabınızın olduğunu düşünün. 100 mü yoksa 500 mü? Hayır hayır tam 20 000 kitabınızın olduğunu hayal edin. Artık ona kitaplık yetmez, kütüphane kurardınız herhalde. Ev bulup kütüphaneye çevirdiniz diyelim, bir de onları sıralama derdi var. İsim sırasına göre mi yoksa türlerine göre mi sıralardınız? Ya da kavgalı yazarları yan yana mı koyardınız? Durun daha bitmedi. Hazineyi koruması da var. Nemden, rutubetten, akan çatıdan, kitap kurtlarından (böcek olanlarından bahsediyorum), hırsızdan... Ohooo dert büyük. 

Tüm bunlarla uğraşmaksa dışarıdan bakıldığında manyaklık. Ama kitabı okuduğunuzda buruk bir hayranlık...

Zaten incecik kitap. İsmi de o meşhur İspanyol dizisiyle aynı. Varsın konusu da farklı oluversin ne çıkar? Kısacası okuyuverin gitsin işte...

Sevgiyle kalın.

Bir şeye tutkuyla bağlanmanın adı manyaklık olmalı. Araba sevdası mı dersiniz, plak tutkusu mu yoksa kitap sevdası mı bilemem. Ama han...

Kıskançlık Başa Bela Be Amca


Geçenlerde belediye otobüsünde gidiyorum. Otobüste oturacak yer yok. 70 yaşlarında karı koca arka kapıya kadar geldi. Çaprazımda bulunan karşılıklı 4 lü koltukta oturan adam, yanındaki çocuğu kaldırarak teyzeye yer verdi. Onun çaprazındaki delikanlı da amcaya. Sıcağın mahmurluğuyla baygın baygın giderken amca birden celallendi. Karısının yanında oturan adama, senin yanında bayan oturuyor, ona dirseğinle dokunamazsın, bacağını açarak oturamazsın, terbiyesizlik yapma dedi. Adam, amca tartışma büyümesin diye sana cevap vermiyorum dedi ve telefonuyla ilgilenmeye devam etti. Ama amca kızdı bir kere durur mu,  aynı şeyleri söylemeye devam etti. Bu arada karısı girdi tartışmaya. Adam bize yer verdirdi, herhangi bir terbiyesizliği de olmadı ayrıca rahatsız etse cevabını ben veremeyecek miyim, hem sen bana güvenmiyor musun? dedi. Haydaa. Bu kez de karı koca arasında bir tartışmadır başladı. Teyze ben bir daha senle otobüse binmem diyor amca cehenneme git diye karşılık veriyor. Sesler yükseldi iyice. Bu arada orta taraftan başka bir adam kadına şiddete karşıyız, sen kadına bağıramazsın diye bodoslama atladı olaya. Amca diyor o benim karım, adam diyor kadına şiddete karşıyım. Yaşlı başlı adamlar birbirlerinin üzerine yürümeye kalktı. Neyse ki ayırdık. Sonra amca otobüse haksızmıyım yav diyerek yükselmeye kalktı. En arkadaki iki genç kız atladı bu kez olaya. Amca bu kadar kıskanıyorsan ya yanına oturtacan ya da taksiyle götürecen, sen haksızsın dediler. Amca inerken rahatsızlık verdik kusura bakmayın dedi. Öyle tatlıydılar ki...

İnsanlar yaşlandıkça çocuklaşır dedikleri bu muydu acaba?

Geçenlerde belediye otobüsünde gidiyorum. Otobüste oturacak yer yok. 70 yaşlarında karı koca arka kapıya kadar geldi. Çaprazımda bulun...

Gün Olur Asra Bedel


Yanlış zamanda okudum. Kendimi bir an evvel toparlamam gereken zamanda harika bir kitaba sarılma fikri çok mantıklı gelmişti. Böylece anlatılan zamana giderek kendimden uzaklaşacak ve normalleştiğimde kaldığım yerden devam edecektim. Ama olmadı. Kimi zaman okuduklarımı anlamadım kimi zamanda kitabın sayfasına bakarak dalıp gittim. Sonra kitaba haksızlık etmemek için ara verdim. İşte bu aradan sonrası güzeldi...

Kitap, Stalin döneminin Komünist Rusya'sının baskısı altındaki Kırgız çöllerinde yaşayan bir grup insanı konu alıyor. Görev yaptıkları tren istasyonu çevresindeki köyde yaşayan, geleneklerine bağlı bu insanlar, saygı duydukları büyükleri için şanına yaraşır bir cenaze töreni düzenlemeye karar veriyorlar. Bunun içinde cenazelerini bir hayli uzakta bulunan Ana-Beyit mezarlığına defnetmeye karar veriyorlar. Aralarından seçtikleri bir kaç kişiyle tüm yokluklara rağmen yola koyuluyorlar. Sonrasında ise asıl anlatı yani tüm yol boyunca cenaze alayına öncülük eden Yedigey'in zihninden geçenler başlıyor. Ara ara da cenaze alayına geri dönülüyor. Böylece Mankurt efsanesi, Ana-Beyit efsanesi, Raymalı Ağa efsanesi gibi bir çok efsanenin doğuşuyla birlikte Kırgız kültürünün yapı taşlarını öğrenirken diğer taraftan insanların kutsal saydığı değerlerin nasıl yok sayıldığını üzülerek okuyoruz. Bir de ne olduğunu tam anlayamadığımız uzayın derinliklerine yolculuk ediyoruz.


Kitap ilk olarak 1980 yılında Gün Olur Yüzyıl Olur adıyla yayımlansa da bir çok dilde Gün Olur Asra Bedel adıyla basılmış. Bu arada kitabın içeriğindeki "Cengiz Han'a Küsen Bulut" kısmı o dönem yasaklandığı için çıkarılmış sonrasında ayrı bir kitap olarak basılmış. Dolayısıyla bu bölüm okunmadan eser tam olarak okunmuş sayılmazmış ve ben hala o bölümü okumadım.

Son olarak yaklaşık 400 sayfalık kitabı sakin kafayla okumak şartıyla herkese tavsiye ediyorum. Ve sizleri yazarın her bölümün başına yazdığı ve o coğrafyayı çok güzel tabir eden beyitle baş başa bırakıyorum.

Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir.. gider gelirdi...
Bu yerlerde demiryolunun her iki yanında ıssız, engin, sarı kumlu bozkırların özeği Sarı-Özek uzar giderdi.
Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridyeninden başlıyorsa, bu yerlerde mesafeler demir yoluna göre hesaplanırdı.
Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir.. gider gelirdi...

Mutlu huzurlu ve neşe dolu bir bayram geçirmeniz temennisiyle...

Sevgiyle kalın.  

Yanlış zamanda okudum. Kendimi bir an evvel toparlamam gereken zamanda harika bir kitaba sarılma fikri çok mantıklı gelmişti. Böylece ...

Sanal Alemde Ne Kadar Güvendeyiz?


İnternet ortamında araştırdığımız konuların reklam olarak karşımıza çıkmasını kanıksadık artık. Zaten her adımımızın takip edildiği çerezleriniz kayıt altına altına alınıyor uyarısıyla da kullanıcıya kabul ettiriliyor. Ama olayın sadece bununla da kalmadığı şüpheleri gün geçtikçe artıyor. Telefonda konuştuğumuz hatta bırakın telefonu, telefonun bulunduğu bir ortamda bahsettiğimiz konularda bile reklamlarla karşılaşıldığı iddia ediliyor. Bu durum, telefonumuza yüklediğimiz uygulamaların bizi dinlediği hatta kameramızı kullanabildiği inancını körüklüyor. Sadece bu kadarla da değil. Aldığımız karalar üzerinde de önemli bir manipülasyon aracı haline dönüşüyor. İşte bu konunun meraklıları için bir belgesel ve bir diziden bahsedeceğim.

The Great Hack

Belgesel Temmuz 2019 da Netflix'de yayımlanmış ve yaklaşık olarak 2 saat kadar. Temel olarak  Cambridge Analytica hack  olayının ayrıntılarını gözler önüne sermeyi amaçlıyor. Ancak bunu yaparken, veri toplama ve analiz şirketi olan Cambridge Analytica'nın usulsuz erişimlerini, facebook ile olan kirli anlaşmasını, edindiği verilerden kazandığı inanılmaz paraları, ellerindeki verilerle az gelişmiş ülkelerdeki insanları yönlendirerek şiddeti körüklemesi, seçimlere katılımı düşürmesi ve son olarak da 2016 ABD seçimlerinde Trump'ın kazanmasındaki rolü tüm ayrıntıları ile anlatılıyor. Belgesel biraz durağan ilerlese de insan profillerini nasıl çıkardıklarını ve bu profilleri nasıl yönlendirdiklerini hayretle izleyeceksiniz. 

Dark/Web

Dark Web internetin karanlık yüzü olarak kullanılan bir kavram. Bir nevi sanal alemin yer altı dünyası olarak bilinir. Oraya nasıl girilebileceği konusu uzun ve tehlikeli bir araştırma gerektirir ancak normal bir web adresi yazılarak girilemeyeceği kesindir. Henüz yaklaşık yarımşar saatten oluşan ve üç bölümünü izlediğim dizi ise şimdilik daha çok dark web dünyasının hedef aldığı kişiler üzerinden ilerliyor.  Korku ve gerilim eşliğinde dark webin elindeki teknolojinin oluşturabileceği tehlikeyi izletmeyi hedefliyor. 

Sonuç olarak internetin tehlikeli yönlerini merak edenler için izlemeye ya da en azından göz atmaya değerler. Konunun meraklılarına tavsiye ediyorum.

Sevgiyle kalın. 

İnternet ortamında araştırdığımız konuların reklam olarak karşımıza çıkmasını kanıksadık artık. Zaten her adımımızın takip edildiği  ç...

Nerede Kalmıştık?


Yılbaşında belirlediğim her hafta bir kitap okuyup blogumda paylaşma hedefim temmuz ayı itibariyle ağır bir yara aldı. Bahane üretecek değilim ama iş hayatımda taşların yerinden oynaması abandone olmama neden oldu. Önüme bir anda çıkan belirsizlik dalından kopan yaprak misali beni başka bir mekana savurdu. Bu süreçte ne okuduklarımı anlayabildim ne de izlediklerimi. Ancak çok önemli bir şeyi öğrendim. Doğal olmanın insana kazandırdıklarını...

Kendi halimde yaşayıp, arkadaşlarımla içimden geldiği gibi muhabbet ederken aslında anı yaşayıp günü mutlu geçirmen peşindeyim sanmıştım. Oysa farkında olmadan öyle güçlü bağlar kurup öyle güzel dostlar biriktirmişim ki anlatamam. Bu da benim kazancım olsun. 

Şimdi artık yavaş yavaş taşlar yerine oturduğuna göre toparlanıp hedefimize geri dönüyoruz. En kısa zamanda kitaplara sarılarak açığımızı kapatıyoruz. 

Seviliyorsunuz...

Yılbaşında belirlediğim her hafta bir kitap okuyup blogumda paylaşma hedefim temmuz ayı itibariyle ağır bir yara aldı. Bahane üretecek...