Yabancı - Albert Camus


Yabancı, Albert Camus'un ilk ve en sevilen romanıymış. Öyle ki yazar 1942'de yayımlanan romanıyla özdeşleşmiş adeta. Etrafta mutlaka okumalısınız, harika bir kitap eleştirileriyle dolanıyor. Zaten benim okuma listeme de "anlatmaya gerek yok" derecesindeki tavsiyeyle girmişti. Lakin daha okuma sırası gelmeyen kitap, bir kez de Blog Sözlük okuma grubunun listesiyle karşıma çıkınca hemen öne aldık.

Roman aslında vurucu bir çıkarımla başlıyor.  Sonu ölümle bitecek olan birinin yaşamı ciddiye almasındaki mantıksızlık vurgulanırken, aslında bu vurgunun bile mantıklı olduğu paradoksuna dönüşüyor. Olmadı bu. Tane tane anlatmalıyım. Şimdi, insan hayatını televizyon içine itelediğinizi düşünün. O sahnedeki herkesin bir gün öleceğini bildiği halde çabalaması mantıksız aslında. Ama  aynı hayatın içinde olan birininde bu mantıksızlığı tespit etmesi mantığın ta kendisi oluyor. Dolayısıyla bu hayatta mantıksızlığı bile mantık içinde yaşamalıyız sonucu çıkıyor. 

Anlatmaya zorlandığım üst paragraf benim için romanın kendisi. Bunun dışında, hikayenin içindeki mantıksızlığın mantığını savunan Maurseult'un yaşadıkları fazlasıyla sönük kalıyor. Ve hikayenin bu sönük kısmında, Maurseult'un önce annesinin ölümünü rahatsız edici bir soğuk kanlılıkla karşılamasını, sonra bir arap'ı öldürmesini ve idama giden mahkeme sürecini okuyoruz. 

Bu satırları kaleme almadan önce okurun kitabı çöpe atmasının nedeni olmamak için küçük bir de araştırma yaptım. Bir çok dile çevrilen bir baş yapıtı dürüp büküp çöpe atmak olmazdı. Yine yolumuz Satre ve varoluşçuluk felsefesine çıktı. Meğer mantıksızlığın içindeki mantık Varoluşçuluk felsefesinin yapı taşlarından biriymiş. Sonra bir de benim satır aralarında göremediğim idam cezası eleştirisi varmış.

Sonuç olarak kitap, her gün genç-yaşlı, kadın-erken yüzlerce kişinin ölümünün hiç bir şeyi değiştirmediği, kalanların kaldığı yerden devam ettiği, siz öldükten sonra da aynen devam edeceği absürtlüğü üzerinde düşünmenize neden olacaktır.

Sevgiyle kalın...

"Albert Camus"nün ( 1913-1960) en tanınmış, en çok yabancı dile çevrilmiş, en çok incelenmiş ve hala en çok satan kitaplar arasında yer alan "Yabancı", aynı zamanda yazarın en gizemli yapıtı. Ölümün egemen olduğu bir "varlık"ın en anlamsız olgularını saçma bir düzensizlik içinde yaşayan bu romanın başkişisi "Meursault", bir simge kahraman değildir, "adı" olmayan bir "Yabancı"dır; bu eksik kimlik, gerçeklikten algıladığı şeyi yapılandıramayan, yeniden örgütleyemeyen, ama gerçekliğin yankılarını yakalamaya çalışan bir boş bilincin imgesidir. Onun kayıtsızlığı ve edilgenliği, işte bu boş bilincin ürünüdür. Yabancı, büyüleyici gücünü, içinde barındırdığı trajedi duygusuna borçlu: Bir türlü ele geçirilemeyen anlamın sürekli aranması, bilinç ile toplumsal dünya arasındaki çatışma... Camus'yle buluşanların hiçbiri, onunla karşılaşınca hayal kırıklığına uğramamıştır. "Mutluluk, bir yerde ve her yerde hiçbir şey beklemeden dünyayı, insanları sevmektir," der Camus. Giderek daha çok sevilen bir yazar olması, onun bu sevgisinin yansımasından başka bir şey değildir.

Yabancı, Albert Camus'un ilk ve en sevilen romanıymış. Öyle ki yazar 1942'de yayımlanan romanıyla özdeşleşmiş adeta. Etrafta m...

Middlesex - Jeffrey Eugenides


Middlesex, BBC' nin 2015 yılında dünyanın önde gelen kitap eleştirmenleri arasında yaptığı anketin sonucunda 21. yüzyılın en iyi 12 romanı arasında seçilmiş. Daha bitmedi, ölmeden önce okunması gereken 1001 kitap içinde de adı geçiyormuş.

Roman ismiyle özgürlüğüne düşkün, fantazisel bir gençlik roman gibi duruyor aslında. Ancak yukarıdaki bilgileri okuyunca, ön yargıları kenara sürükleyip, dur bi bakayım neler varmış kitapta merakıyla okutuyor kendini. Okumaya başladıktan sonra da zaten sürükleyip götürüyor. 

Tamam bir fantazi kitabı değil ancak cinsel kimlik bozukluğuna neden olan bir genin üç kuşak süren, Bursadan başlayıp Detroite uzanan etkileyici hikayesini okuyoruz bu romanda. Anlatıcımız önce Colliope, sonra Cal ve son olarak da Sherlok oluyor aynı bedenin içinde. 

Bir çok okur ve eleştirmen tarafından insanı cinsel kimlik bunalımına sürükleyen genin serüveni begenilse de ben alt hikayelerden çok daha fazla etkilendim. Tabi ki ergenlik cağına gelmiş bir kızın gögüslerinin büyümemesi, sesinin kalınlaşması, kızlara duyduğu ilginin artması sonrası girdiği kimlik arayışı bir kenara atıp değersizleştirmiyorum. Ama Yunan işgali altında bulunan Bursa'nın bir köyünde yaşayan Stephanides ailesi aracılığı ile izlediğim köy hayatı bir başkaydı. Bizim kültürümüzde de çokça görülen akraba evliliğini dibine kadar yaşıyorlar. Öyle ki bu akraba evliliklerinden kişiler bir taraftan kardeş, diğer taraftan kuzen olabilecek kadar karmakarışık soy ağacına dönüşmüşler. Zaten genimizin yolculuğu da bu kardeş evliliğinden başlıyor. Daha ilginci ise ilk kez düşman gücünün arkasındaki sivil halkın gözünden, kurtuluş savaşımızın Büyük Taarruzunu okudum. Meğer o tarihlerde Yunan halkı Türk ordusunun İzmir'e saldırmasını bekliyormuş ve tüm hazırlıkları ona göreymiş. Ancak Mustafa Kemal büyük bir sürpriz yaparak Afyon'a saldırıp her şeyi alt üst etmiş. Sonrasında ise bozguna uğrayan Yunan halkını, Fransız ve İngilizlerin yüz üstü bırakarak ölüme terk etmiş.

Benzer bir hikayenin de Kıbrıs harekatı sırasında yaşandığını öğreniyoruz. Türk uçaklarının Kıbrıs'a saldırdığı geçe Yunan savunma sistemlerinin çalışamaz hale geldiğini ve bunu yapabilecek tek gücün ABD olduğunu okuyoruz. Anlatıcımızın öngörüsüne göre ABD, fütursuzca davranan Yunan diasporasına dur demek istemiş.  Bir de Detroit' de Henry Ford' a karşı siyahiler tarafından bir kalkışma oluyor ve bunun da aslında anlatıldığı gibi olmadığını, olayın arkasında bölgeyi yeniden düzenlemek isteyen devletin olduğunu görüyoruz. Yani yazar, tarihsel olayların anlatıldığı gibi olmayabileceği şüphesini satır aralarında kanıksattırıyor okuyucuya.

Beni etkileyen yan hikayeleri anlatarak kitabın sürprizini kaçırdığımı düşünebilirsiniz ama öyle değil. Kendini erkek olarak hisseden fakat kız olarak yetiştirilmiş birinin kimlik arayışı üzerinden hayatı fazlasıyla sorguluyoruz. Hem bilimsel hem de psikolojik analizler yönüyle tamamen doyuyoruz.

Bakmayın altıyüz küsür sayfalık bir kitap olduğuna. Sıkılmadan okuyabileceğinizi düşünüyorum. Ancak bir not eklemeden de geçemeyeceğim. Milli duyguları kabarık arkadaşlar, bir Yunanlının gözünden anlatılan olaylarda tarihi başarılarımızın küçümsendiğini düşünerek rahatsız olabilir. 

Benim yorumlamam bu kadar, sevgiyle kalın.

2003 PULITZER EDEBİYAT ÖDÜLÜ

"21. YÜZYILIN EN İYİ 12 ROMANI" seçkisinde (BBC'nin 2015 yılında dünyanın önde gelen kitap eleştirmenleri arasında yaptığı anketin sonucu)

"ÖLMEDEN ÖNCE OKUMANIZ GEREKEN 1001 KİTAP”tan biri



Ben iki kez doğdum: İlkinde 1960 yılının Ocak ayında, Detroit için inanılmaz derecede dumansız bir günde kız olarak ve daha sonra tekrar 1974 yılının Ağustos ayında Petoskey'de bir acil kliniğinde, ama bu defa ergenlik çağında bir delikanlı olarak. 

Bu cümleyle başlıyor, içinde bulunduğumuz yüzyılın en büyük romanların biri olarak gösterilen Middlesex. Kuşaklar boyunca ondan ona geçip sonunda küçük bir kızın, Calliope Stephanides'in bedeninde çiçeklenen bozuk bir genin hikayesi bu. Genin yolculuğunun sonlandığı yerde, Calliope'nin kendi yolculuğu başlıyor, karşısında ise o yaman soru: Bizi biz yapan şey nedir; genlerimiz mi, seçimlerimiz mi? Ve böylece dinlemeye başlıyoruz Stephanides ailesinin Osmanlı Bursası'ndan Henry Ford'un Detroit'ine uzanan, çağın tüm gelgitlerinden nasibini almış seksen yıllık büyüleyici öyküsünü. Koza Han, İzmir yangını, hayalleri taşıyan dökük gemiler, fabrika dumanları altında kıpırdanan Detroit, içki yasağı, ayaklanmalar, onca hayal kırıklığına rağmen tükenmeyen olasılıklar… Sonunda birleşip Calliope Stephanides'i oluşturacak tüm parçalar. 

Eugenides dokuz yılda yazdığı Middlesex'te üç kuşak ve iki kıtaya yayılmış bir aile hikâyesini tabulara ve dogmalara alaycı bir dille karşı çıkarak, inanılmaz bir akıcılıkla anlatıyor. Bugüne kadar 35 dilde yayımlanan ve üç milyonun üstünde okura ulaşan Middlesex, bir modern zamanlar destanı. Ve tüm destanlar gibi, kahramanlarının hikayesinden çok daha fazlasını söylüyor bize. (Tanıtım Bülteninden)

Middlesex, BBC' nin 2015 yılında dünyanın önde gelen kitap eleştirmenleri arasında yaptığı anketin sonucunda 21. yüzyılın en iyi 1...

La Casa De Papel


La Casa De Papel son dönemlerin en çok konuşulan ve paylaşılan dizilerinden biri. Popüler kültürün de etkisiyle şiştikçe şişti ve adeta bir başyapıt haline geldi. Haliyle paylaşım yağmuru bir çoğunuza dizinin adını duymaktan gına getirmiştir artık. Olsun. Bir kez de ben paylaşacağım. Kim bilir belki izlememek için direnen, kıyıda köşede kalmış bir kaç kişinin direncini de biz kırmış oluruz.

Dizi 2017 yapımı bir İspanyol dizisi. Her bölüm yaklaşık yetmiş dakika. Birinci sezon 13, ikinci sezon ise 6 bölüm olarak internette paylaşılmış. Yüzeysel olarak İspanyol darphanesinin soyulmasını anlatıyor. Ancak yüzeyselliğin altına girerseniz her bölümde ayrı bir sistem eleştirisi ya da öğretiyle karşılaşırsınız. Bir bölümse sadakat ile sevgi arasındaki sıkışmışlığı irdelerken başka bir bölümde stockholm sendromu ile aşk arasındaki farkı görürsünüz. Daha çok da düzenin halkı nasıl sömürdüğüne, bireyi toplum dışına iterek nasıl suç makinesi haline dönüştürdüğüne şahitlik edersiniz.


La Casa De Papel hem hikayeyi hem de verdiği mesajları üç farklı açıdan izleyicisine aktarıyor. İlk olarak Profesörü tanıyoruz. Biraz spastikçe hareket etse de tam bir beyin. 8 azılı hırsızı bir araya getirerek 5 ay boyunca eğitiyor ve soygunu darphanenin dışından yönetiyor.


Sonra darphanenin içerisine giriyoruz. Başlarında Berlin'in bulunduğu grubun zaman zaman iç çatışmasını, zaman zaman da rehinelerle ve polisle olan mücadelesini izliyoruz. 


Son olarak da gelen anlamda soruşturmayı yöneten kadın müfettişin bakışıyla polisin gözünden yaşananları değerlendiriyoruz. Bu arada müfettişimizin her telefon görüşmesinden önce saçını kalemle toplaması ona ayrı bir doğallık katmış. 


Daha fazla anlatarak diziyi izleyecek olan siz okurların seyir zevkini kaçırmak istemiyorum. Ancak hem oyunculuk kalitesi hem de müzikleriyle uzun süre akıllardan çıkmayacak bir iş çıkarmışlar. Mutlaka izleyin ve sizin de tavsiye ettiğiniz diziler varsa yoruma bırakın lütfen...



Sevgiyle kalın...

La Casa De Papel son dönemlerin en çok konuşulan ve paylaşılan dizilerinden biri. Popüler kültürün de etkisiyle şiştikçe şişti ve adet...