Cümle Kapısı


Nazan Bekiroğlu'nu okudukça hayran olmaya başladım. Her ne anlatırsa anlatsın ben bu işi biliyorum kararlılığında cümleler kuruyor. Okurunu alıp anlatmak istediği mekana ve zamana götürüyor, ayrıntıları tek tek gösteriyor.


Yazarın ilk okuduğum Nar Ağacı kitabını bitirdikten sonra diğer kitaplarını da okumaya karar vermiştim. Aradan bir hayli zaman geçse de rastgele seçtiğim Cümle Kapısı'nı okudum. Aynı tat aynı lezzet. Ama çok daha ilginç bir kitap. 


İlk bölümde ölümleri bu gün bile meçhul kalan Şems-i Tebrizi ile İsa peygamberi anlatmış. İlginç bir benzerlikten yakalamış sonlarını.  İlk kısımda zamanın Konya'sına konuk olurken ikinci kısımda Son Akşam Yemeğinden sonraki ihaneti görüyoruz. Hem Konya halkına hem de ihanet eden havari Yehuda'ya değer miydi duygusuyla bakıyoruz.


Zindan risalesinde hapishanelerin varlığını sorguluyoruz. Hapishanelerin aslında adi suçluları cezalandırmak amacıyla değil iktidarın kendini korumak amacıyla varlığını sürdürdüğünü görüyoruz. Bu nedenledir ki her rejim muhalifi yazar ve çizerin yolu düşüyor buralara. Sadece bu da değil. İktidara geçmesi muhtemel günahsız şehzadelerin, rejim muhaliflerinin hatta rejimin kendi çocuklarının yerleri de oluyor mutlaka. Yönetim değişince mekanların yer değiştirmesi de bu dünyanın farklı oyuncularla tekrar eden hikayesi gibi sanki. 


Üçüncü bölümde Sevgilim İhanet'i okuyoruz. Babalar ve oğulların asırlar boyunca süren kanlı mücadelesini gözlüyoruz. Çoğunluğu tahta kavuşmak için babasının sonunu hazırlarken Sultan Süleyman gibi Mustafa'sına kıyanları da görüyoruz. Üstelik dünyanın doğusunda da batısında da, başında da sonunda da durum aynı.


Kendi sonunu yazanlar da varmış bu hayatta. Üstelik sayıları da bir hayli fazla. Roman kahramanının intiharında ya da kendinden öncekilerin intiharlarına övgülerinde...  


Cümle kapısı özetlenemeyecek kadar tarih, edebiyat ve mitoloji bilgisiyle dolu. Bu nedenle lafı fazla uzatmaya gerek yok. Son söz olarak Nazan Bekiroğlu okumalarım devam edecek...

Nazan Bekiroğlu'nu okudukça hayran olmaya başladım. Her ne anlatırsa anlatsın ben bu işi biliyorum kararlılığında cümleler kuruyor. Okur...

Corona Günlerinde Covid19 Olmak


Her on dakikada bir dezenfektan banyosu yapsam da kaçamadım sevgili okur. Aslında ilk belirtilerini iki hafta kadar önce hissetmeye başlamıştım. Yoğun eklem ağrıları ve halsizlik eşliğinde hafif öksürük başlamıştı. Bendeki belirtiler çevremdeki bir çok kişide de vardı ve kimsede yüksek ateş yoktu. Kabullenmek istemiyorduk.


Geçen hafta ise ev halkından birinin tat ve koku hissini kaybetmesiyle şok yaşadık. Limon kayış gibi, kolonya, nane, kekik kokmuyor, viks bile özelliğini kaybetmiş. İki gün sonra test sonucu pozitif olunca bir tahlilde benim yaptırmam farz oldu. Sürüntü verme, rapor alma filan derken iki gün sonra benimki de pozitif geldi.  Bu arada benim halsizlik ve eklem ağrıları neredeyse bitmek üzereydi. Ama verilen zatürre ilacını kullanmadan olmazdı. Kullanmaya başladıktan sonra hoppala bir daha başladı halsizlik ve ishal. Hafif öksürük zaten konudan bağımsız yoluna devam ediyordu ki bu her sene mevsim geçişlerinde uzun süre yaşadığım şeydi. Doğal olarak bolca ılık su içip dinlenmek gerekiyordu.


Karantina döneminde canın istediği zaman yatma, uykunu aldığında kalma olayı da tam benlikmiş. Hiç mi hiç sıkılmadım. Okunacak o kadar kitap varken ve bu sene kötü bir okuma performansı sergilerken sıkılmakta neymiş. Ama artık geçen on iki gün sonrasında ev halkı olarak kendimizi gayet iyi hissediyoruz ve tekrar iş başına dönüyoruz. 


Son söz olarak anladığım kadarıyla bir çok insan farkında olmadan bu hastalığı taşıyor. Özellikle belirti göstermeyenlerin de aramızda olduğunu düşününce konu daha da ciddileşiyor. Bu nedenle korunma tedbirlerinin yanında bol sıvı tüketip yorgun düşmemeye dikkat edin. 


Dip Not: Özellikle aile hekimliğinden neredeyse her gün arayıp kontrol eden sağlık çalışanına teşekkür ediyorum. Hakkınız ödenmez.

Her on dakikada bir dezenfektan banyosu yapsam da kaçamadım sevgili okur. Aslında ilk belirtilerini iki hafta kadar önce hissetmeye başlamış...

Sosyal Esaret


Bu aralar adını sıkça duyduğunuz, eğer duymadınızsa da artık sıklıkla duyacağınız bir Netflix belgeseli yayımlandı senenin başında. Orijinal adıyla The Social Dilemma...


Dilimize Sosyal İkilem olarak çevrilen belgesel yaklaşık bir buçuk saat kadar. Konusu zaten bildiğimiz sosyal medya araçlarının kötüye kullanımı. Belgeseli değerli kılansa tüm anlatıyı soysal medya araçlarının tasarlanmasında ya da güncellenip pazarlanmasında yönetici olarak çalışan kişilerin anlatıyor olması. 



Ben izlerken sosyal medya platformlarının bu kadar zekice kullanılıyor olmasından ürperdim. Bilgilerimizi depoladıkları, reklamları kişiselleştirdikleri hatta bilgilerimizi başka platformlara sattıklarını düşünürdüm. Oysa durum çok daha vahim. Adamlar sizin gibi düşünmesi ve davranması planlanan bir tane yapay zeka oluşturuyor. Yukarıya doğru kaydırdığınız ekranda bile hangi gönderiye kaç saniye baktığınıza kadar tüm verilerinizi depoluyor. Buna göre bir sanal benlik oluşturarak davranışlarınızı yönlendirmeyi hedefliyor. 



Birey analizinden sonra da kitlelerin kontrolü geliyor. Bunu da oldukça etkileyici bir yöntemle başarıyorlar. Mesela insanlar sosyal medya ekranlarında arkadaşlarıyla benzer yayın akışı gördüklerini düşünüyorlar. Ve çoğunlukla da kendisiyle aynı görüşte olan insanların paylaşımlarıyla karşılaşıyorlar. Böylece yalnız olmadıklarını ve büyük çoğunluğun kendisi gibi düşündüğü hissine kapılıyorlar. Dolayısıyla  doğru yolda olduklarından eminler. Böylece karşıt görüşü azınlık ve aptal olarak yorumluyorlar. Ama sistem karşıt görüşe de aynı oyunu oynuyor ve geriye sadece bir kıvılcım kalıyor.


Belgeselin üzerinde basa basa durduğu ise "eğer bir ürüne para vermiyorsanız gerçek ürün sizsiniz" gerçekliği. Dikkat edin, gerçek ürün bizim bilgilerimiz değil doğrudan biziz... Pinterest'in eski başkanına bile röportajında "gündüzleri işe gidip kölesi olacağım şeyi tasarlıyordum" dedirtecek kadar tehlikeli bir konu yapay zekanın kölesi olmak.


Belgesel sonunu çözüm önerileriyle bitiriyor. İlki tüm bildirimlerinizi kapatın.


İyi seyirler...

Bu aralar adını sıkça duyduğunuz, eğer duymadınızsa da artık sıklıkla duyacağınız bir Netflix belgeseli yayımlandı senenin başında. Orijinal...

Şeker Portakalı


Yıllar yıllar önce okuduğum Zeze'nin hikayesini hatırlamak amacıyla tekrar aldım elime. Üstelik blogumdan bile geçmişli bir zamanda okumuş olmamdan dolayı kendine yer edinememiş buralarda. Tabi ki olamazdı böyle bir şey... Zeze'yi burada da anlatmak gerekirdi...


Bizim Zeze 5 yaşlarında fakir bir kenar mahalle çocuğu. İçinde olgun, dışında haşarı. Yaramazlık yapmaktan korkmayacak kadar cesur, sonuçlarını içselleştirecek kadar vicdanlı, aldığı cezaların ağırlığını sineye çekecek kadar mazlum. 


Bazen bir öğretmenin, bazen mahallenin gizemli zengininin, bazen bir ablanın, bazen de mahalle bakkalının vicdanından sızlıyoruz Zeze'nin yaşadıklarına. Ama yine onunla beraber arka bahçedeki şeker portakalı fidanıyla iç dünyamızın zenginliğine dalıyoruz. Yaşadıklarımızı içselleştirerek büyümeye çalışıyoruz. 


Brezilyalı yazar José Mauro De Vasconcelos, 1968 de yayımlanan 197 sayfalık bu romanı 12 günde yazdığını ve kendi çocukluğundan izler taşıdığını söylemiş. Roman bir çok yerde de çocuk romanı olarak kategorize edilmiş ama bence gücü herkesi çocukluğuna götürebilmesinde. Bam teline dokunan kitaplardan...

Yıllar yıllar önce okuduğum Zeze'nin hikayesini hatırlamak amacıyla tekrar aldım elime. Üstelik blogumdan bile geçmişli bir zamanda okum...

Otomatik Portakal


Etik değerlerin olmadığı, neredeyse herkesin kendi çıkarı doğrultusunda hareket ettiği bir şehir hayal edin. Sonra da bu şehrin içine aklınıza gelebilecek her kötülüğü yapabilecek bir çete koyun...


Yazar Anthony Burgess böyle bir şehri 172 sayfalık romanında anlatmış. Liderleri Alex olan 15 yaşlarında 4 kişilik çeteyle beraber yola çıkarmış okuru. Çetenin iğrenç eylemlerini bir kefeye koyarken ihtiyarların çıkarcı vurdumduymazlığını diğer kefeye bırakmış. İhanetler, cezalar ve denek hayvanına dönüştürülen mahkum üzerinden ıslah etmeye çalışmış bireyi. Son olarak da insanların kötüyü seçme hakları elinden alınsaydı daha doğrusu özgür bir birey olmaları engellenseydi nasıl olurdu? sorusunu bırakmış okurun kucağına. Neresinden tutarsanız tutun, ne tarafa çekerseniz çekin distopya... 


Herkesin kendi çıkarını düşündüğü bir toplumda nelerin yaşanabileceğini yaşayarak kanıksamış olmalıyız artık. Yine de kavganın tam ortasında olmak yaşadıklarımızı anlamamızı engelliyor olabilir. Okuyalım...

Etik değerlerin olmadığı, neredeyse herkesin kendi çıkarı doğrultusunda hareket ettiği bir şehir hayal edin. Sonra da bu şehrin içine aklını...

Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine



Ne kadar da güzel bir başlık değil mi? Okumanın ufuk açıcı etkisi, yazmanın rahatlatıcı özelliği ve ikisinin etkisiyle bezenmiş lezzetli bir hayatı yazmak bu başlığı ne de güzel doldururdu. 


Dilimize Okumak, Yazmak ve Yaşamak olarak çevrilen bu güzel başlığın altı taa 1851 yılında Alman filozof, yazar ve eğitmen Arthur Schopenhauer tarafından doldurulmuş. Beklenen aksine okurunu fazlasıyla abandone eden mükemmeliyetçi bir eser ortaya çıkmış.


Okumak. Boş zamanlarında ne yaparsın sorusuna neredeyse herkesin anlaşmışcasına verdiği cevap. Boş zaman aktivitesi. Çünkü kendin için okumak karın doyurmuyor. Bu nedenle önce gelir getirici uğraşları yaptıktan sonra kalan zaman okunarak değerlendirilebilir. Ön sözde okumanın değersizliğini benzer sözlerle kanıksarken filozofumuzu okumaya başladığımızda duvara tosluyoruz. Çünkü filozofumuz resmen okumayın diyor. Ona göre okumaya başlayan insan beynini okuduğu kitabın yazarına emanet ediyor. Yazar düşündüğü hatta düşünmeni istediği konuda seni onun gibi düşünmeye zorluyor. Oysa her insan kendisi gibi düşünmeli. Kimsenin etkisi altında kalmadan....


Yazmak. Aklınıza gelenleri kalemle veya teknolojik imkanlarla bir yerlere aktarmak. Filozofumuz bu konuda da çok sert. Herkesin yazmaması gerektiği inancında. Özellikle de kimliğini gizleyen kişilerin yazılarının yasaklanması gerektiğini hakaret içeren sözlerle savunuyor. Yazdıklarının arkasında durmayan sahtekarlar diyor. Bunun yanında üç tip yazar profili çiziyor. ilk olarak eline kalem alıp aklına geleni yazanlar. Okumaya değmeyen boş yazılar olarak değerlendiriyor ve kütüphanelerin boş eserlerle dolmasının sorumluluğunu bu yazarlara bağlıyor. İkincisi ise okuduklarını ve gördüklerini kendi süzgecinden geçirip yazanlar. Bu tip yazarların günün adamı olduğunu ve eserlerinin devir değiştikten sonra kimse tarafından okunmayacağını savunuyor. Günün yazarını okumayın diyor. Üçüncüsü ise düşündüklerini bir süzgeçten geçirip pişirerek yazan yazarlar. Bunlar bir elin parmağını geçmezmiş. Mutlaka okunmalılarmış ve fikirleri zamanın ötesine taşarmış. Kitap seçimi konusunda da edebiyat dergilerinin önemine ve sorumluluklarına da parmak basmış ve hiç bir kaygı gütmeden ilk iki kategorideki kitapları yerden yere vurmaları gerektiğini savunmuş. Böylece iyi kitapları okurlarla buluşturmalılarmış. Yetmemiş okuru da iyi kitap seçimi konusunda bilgilendirmiş. Benim en çok beğendiğim bu bölümde yazısında gizem yaratmaya çalışan, atlattıklarını muğlak ve açık kapı bırakarak anlatmaya çalışan yazarlardan uzak durmaları konusunda uyarmış. İyi bir yazarın anlatmak istediği konuda net ve açık sözlü olması gerektiğini savunmuş...


Yaşamak. Filozofumuza göre neredeyse hiç okumayacaksın. Başkalarının gözünden dünyayı görmektense düşünerek yaşamayı öğrenmelisin. Düşüncenin bittiği konuda iyi kitaplar okunabilir ama bunu da kendi düşüncelerinle sindirmeli ve geliştirmelisin diyor. Kitabın ilk bölümünde ise zenginlerin can sıkıntısıyla fakirlerin ise ızdırapla hayatlarını geçirdikleri yönünde çarpıcı bir tespitte bulunuyor.


Okurken şok  üstüne şok yaşayıp farklı bir bakış açısı yaşasam da değerli filozofumuz Arthur Schopenhauer gibi düşünmediğimi belirtmek isterim. Çünkü ne olursa olsun okumak ufuk açıyor. Ama bunun yanında Arthur Schopenhauer ile şöyle karşılıklı oturup konuşmaya kalksak onun tezleri karşısında cevapsız kalacağımdan da eminim.


Özellikle Almanların yerden yere vurulduğu 144 sayfalık eserde felsefe severler mükemmeliyetçiliğin sınırlarını zorlayacaktır.  

Ne kadar da güzel bir başlık değil mi? Okumanın ufuk açıcı etkisi, yazmanın rahatlatıcı özelliği ve ikisinin etkisiyle bezenmiş lezzetli bir...

Cesur Mu Yeni Dünya?


Amerikalı yazar Aldous Huxley, 1902 yılında Dünya da ilk kez bant sistemiyle üretime geçen Ford araba fabrikasını ziyaret ediyor. Fabrika çalışanlarının kast sistemiyle görevlendirilmesi ve herkesin görevini yapmak zorunda olması yazarımızı dehşete düşürüyor. Fabrika sahibi Henry Ford'un çalışanlar tarafından neredeyse tanrılaştırıldığı hissiyatıyla geziden esinlenerek distopik bir roman yazıyor. Ülkemizde Cesur Yeni Dünya ismiyle yayımlanan romanındaki karakterler bile "Aman Tanrım" yerine "Aman Fordum" tepkisiyle şaşırıyorlar. Roman konusunda daha fazla ayrıntı öğrenmek isteyenleri buradan alalım...



1963 yılında hayatını kaybeden ve günümüzde istisnasız her alanda uygulanan hiyerarşik çalışma modelinin ilk versiyonu karşısında dehşete kapılan yazarımızın romanı günümüze ışık tutmaya devam etmiş. Yazara saygıdan olsa gerek 2020 yapımı, ilk sezon için 9 bölüm yayımlanan Brawe New Word ismiyle yayımlanan roman uyarlaması dizinin senaryosuna ismi yazılmış.



Romanın yanında dizi fazlasıyla sönük ve romandaki sarsıcı etki dizinin hiç bir yerinde yok. Düzene ve düzensizliğe karşı yapmaya çalıştıkları eleştirel yaklaşımlarını da oyunculuklarını da beğenmedim. Ama kendilerince uyarladıkları ve hiyerarşik düzendeki her kademe için farklı bir hap türüyle insanları mutlu köleler haline getirme fikirlerini etkileyici buldum. Sonuçta mutlulukta hormonel bir reaksiyondur ve haplarla hissettirilebilir.


Son olarak Elon Musk'ın insan vücuduna çip yerleştirme çalışmasını da bu anlamda dip not olarak bırakıyorum...

Amerikalı yazar Aldous Huxley, 1902 yılında Dünya da ilk kez bant sistemiyle üretime geçen Ford araba fabrikasını ziyaret ediyor. Fabrika ça...