Dr. Moreau'nun Adası - H.G. Wells


İki hafta kadar önce okunabilecek distopik kitaplar listesini gözden geçirirken fark ettim. Cesur Yeni Dünya kitap eleştirisinin altına yorum bırakan Bir Tutam Karınca tavsiye etmiş kitabı, bende hemen listeye eklemişim. Sonra araya başka kitaplar girmiş, unutulmuş. Olsun, biraz geç oldu ama okundu.

Dr. Moreaou'nun Adası, girizgahı ile aklımı karıştıran ilginç bir kitap. Sanki yazarın bir akrabası bütün anlatılanları yaşamış, yaşadıklarını anlatmış ama kimseye inandıramamış gibi bir sonuç çıkardım. Hani avcılar atar tutar ya, onun gibi bir dünyaya yelken açacakmışım gibi hissettim.

Hikaye içeriği ile de distopyayla bezenmiş gerçekliği andırıyor. Özetin özeti olarak hikaye şöyle; Gemi kazası sonucu okyanusta mahsur kalan bir adam, esrarengiz bir gemi tarafından kurtarılıyor ve ıssız bir adaya götürülüyor. Burada herkes birşeylerle uğraşıyor ve kimse kurtarılan adama ilişmiyor. Misafirimiz de adanın tel örgülerle çevrili bölümü dışında özgürce gezebiliyor. Ama merak işte, insanın içini kurt gibi kemiriyor. Bu merak misafirimizi kahramana dönüştürüyor ve Dr. Moreau'nun adasındaki bu gizli bölüme girmesini sağlıyor. Burada insanla hayvan arası bir sürü canlıyla karşılaşıyor. Bu yaratıkların görülmesi ve akla takılan sorularla birlikte gizem ve tehlike iyice artıyor. Acaba bu yaratıklar bilinçsizleştirilmeye çalışılan insanlar mıdır yoksa insanlaştırılmaya çalışılan hayvanlar mıdır? 

Evet, kendinizi kafesin içerisine koyduğunuzda distopyanın en dip noktasını hissedebilirsiniz. Ama bu gün de biliyoruz ki bir çok laboratuvarda hastalıkların teşhis ve tedavisinde denek olarak kullanılan hayvanlar var. Üstelik bunlar etik kurul tarafından onay alındıktan sonra yapılıyor ve kimse tarafından vahşet olarak algılanmıyor. Tabi ki burada sınırı çok iyi çizmek lazım. Sirk hayvanları, canlı canlı tüyleri yolunan kazlar, dişi için öldürülen filler, kürk yapımı için katledilen hayvanları bu kapsamda değerlendirmiyoruz.

H.G. Wells'in ilk olarak 1896 da yayımlanan kitabı, okunması ve anlaşılması biraz zor olsa da tavsiye ettiklerim arasındadır. 

Keyifli okumalar...

İki hafta kadar önce okunabilecek distopik kitaplar listesini gözden geçirirken fark ettim. Cesur Yeni Dünya kitap eleştirisinin altı...

The Protector - Hakan: Muhafız


Bu aralar mantar gibi her yerde karşımıza çıkan reklamlarıyla dikkati çeken, Netflix'in ilk yerli dizisinin on bölümden oluşan ilk sezonun sonunda bitirdim. Aslında diziyi reklamlarından önce Pudra Şekeri'M blogunun paylaşımıyla fark edip, övgüyle dolu güzel eleştirisinden sonra izleme kararı almıştım. 


Muhafız, her şeyden önce oyuncu kadrosu ve İstanbul manzaraları ile ön plana çıkıyor. Çağatay Ulusoy, Okan Yalabık, Ayça Ayşin Turan ve Hazar Ergüçlü gibi isimler İstanbul'un hem otantik mekanlarındaki hem de modern plazalarındaki yaşamları gözler önüne seriyor. Oyunculuklarıyla hayat verdikleri yaşamlara imrendiriyor.


Dizi, başlangıç olarak tam bizlik. Küçük bir dükkanda, babasının yanında çalışan Hakan (Çağatay Ulusoy) arkadaşıyla parayı vurmanın, zengin olmanın peşinde koşar. Küçücük dükkan ona dar gelir. Ah ulan parayı bi bulsam hayalli Türk erkeğinin tam karşılığıdır aslında. Fakat bir gün kendisinin 15 milyonluk şehri korumakla görevli seçilmiş olduğunu öğrenir ve tüm hayatı değişir. Artık ölümsüzlere karşı sadıklarla birlikte savaşmak zorundadır.


Muhafız, bildiğim kadarıyla dizi- film sektörünün ilk yerli süper kahraman çalışması. Tabi daha önceleri Altarın oğlu Tarkan, Kara Murat ve Dünya'yı Kurtaran Adam gibi efsanelerimiz de oldu elbette. Ama onlar farklıydı. Hepsi çalışıp kendini geliştiren süper güçlerdi. Kale duvarına tırmanmalar, bir seferde 5 ok atmalar, koca kayayı kaldırıp fırlatmalar filan hep çalışarak olan şeylerdi. İşte Hakan'ın durumu burada ayrılıyor. Sıradan bir delikanlı, tılsımlı bir gömlekle süper kahramana dönüşüveriyor. Örümcek adam, süperman gibi bişey yani. Tabi ki dizinin sadece kahramanlık hikayelerinden oluştuğunu düşünmek olmaz. Eğer öyle olsaydı yerli izleyici fazlasıyla yabancılardı. Araya aşk konularını da serpiştirmek lazımdı. Ama bu durum süper kahramanın, kahramanlık öykülerinin biraz önüne geçmiş sanki.


Sonuç olarak 2 saatlik tv dizlerini izlemeye alışan Türk seyircisi için 30-40 dk'lık bölümlerden oluşan dizi çerez niyetine gidiveriyor. İzlerken sıkılmıyorsunuz. Bir de internet dizilerinin özellikle diyaloglarda sansürsüz olması, hikayeyi daha gerçekçi kılıyor ve bizdenlik hissini yoğun bir şekilde veriyor. Süper kahramanda olsa sinirlenince küfrünü edecek abi... Lafın özü, özellikle de yabancı dizilere hakim iyi bir dizi izleyicisiyseniz yetersiz kalabilir ama bir şansı hak ediyor. Kesinlikle izlediğinize pişman olmazsınız.

Keyifli seyirler...

Bu aralar mantar gibi her yerde karşımıza çıkan reklamlarıyla dikkati çeken, Netflix'in ilk yerli dizisinin on bölümden oluşan ilk...

2018 Yılı Blog Değerlendirmesi


Aslına bakarsanız benim yıl sonu değerlendirmeleri gibi bir alışkanlığım yoktur. Elbette hedef koymanın, hedeflere koşmanın, koşarken farkında olmadan gelişmenin ve yıl sonunda geriye dönüp bakıldığında alınan lezzetin tadını anlatmak mümkün değil. Lafı uzatmayayım. Eskilerin yerli muhasebecisi, yenilerin çiçeği burnunda yabancı muhasebecisi Bir Tutam Karınca kendi blogunun özetini çıkardıktan sonra mim başlatmaya karar vererek topun ağzına beni de koymuş. Haliyle değerli blogların davetleri geri çevrilmez, ayıp. Hatta musmutlu olunur, aynı benim gibi :) Kendisine teşekkür ediyorum.

Gelelim okuduğunuz blogun 2018 değerlendirmesine. Öncelikle seneye bol bol kitap okuma hedefiyle girdim. Ancak bir süre sonra çok kitap okuma hedefim nedeniyle kalın ama okunası kitapları ötelediğimi fark ettim. Acayip gaza geldiğim bir an, ben artık beyin yakan kitaplara geçiş yapmalıyım kararıyla yerime oturdum. Ama o iş öyle olmuyormuş. İşte kafa zombi gibi olduktan sonra ağır kitaplarla bakışmak hiç hoş olmuyor, ayrılık acısı veriyormuş.

Velhasıl, taslakta bekleyen bir kaç yayımla birlikte yaklaşık 60 yayımla seneyi uğurlamayı planlıyorum. Bunlardan 42 tanesi okuduğum kitaplardan, 3 tanesi blog dostlarımın davetleriyle katıldığım mimlerden oluşuyor. Senenin başında hedeflemediğim ama yazmaktan da zevk aldığım 2 tane gezi içerikli yazı ile birlikte 11 adet dizi-film incelemesi de yazmışım. Burada şunu araya sıkıştırarak söyleyebilirim ki, gezilerinizi yazma düşüncesiyle yapınca çok daha bilinçli bir turiste dönüşüyorsunuz. Bakın bu tespitimi yabana atmayın.

2013 yılında, bilişimle ilgilendiğim dönemde yazdığım facebooktan ıp adresi bulma ve tor browser testi yayınım halen en çok hit alan ve özelden yazılan konuların başında geliyor. İnsanlarımızın bu konuda ne kadar dertli olduğunu anlatmaya kalksam sabaha kadar dedikodunun belini kırarız. Ay kıız görüyomusunlu muhabbete sararız...

Benim için bu senenin en büyük kaybı ise blogları yeteri kadar takip edememiş olmam. Büyük patronların elinde olmadığı için özgün yazılar beklediğimiz blogların, "Gelecek vaadeden bloglar" tartışmasıyla başlayan büyük olma yarışının da bunda payı oldu sanırım. Soğudum.  Ama olsun, hala özgün olup kendi halinde olan blogların varlığını görüyorum ve ümitlerim ormana dönüşüyor. yi ki varsınız.

Benden bu kadar. İsim vererek kimseyi etiketlemek istemiyorum. Sonra görmezsiniz, yapmazsınız filan el aleme rezil olmayalım. Ama aaa bu ne kadar güzel keşke bende yapsam diyorsanız buyrun gelin. 

Her şeyden önemlisi sevgiyle kalın 

Aslına bakarsanız benim yıl sonu değerlendirmeleri gibi bir alışkanlığım yoktur. Elbette hedef koymanın, hedeflere koşmanın, koşarken ...

Puslu Kıtalar Atlası - İhsan Oktay Anar


Okurken duraklatan, hatırlamaya çalışırken derin düşüncelere daldıran bir kitap Puslu Kıtalar Atlası. Öyle ki, daha bir hafta önce bitirmiş olmama rağmen kuş misali uçup giden bir çok konu var. Ama bitirdiğimde iyi ki sabredip okumuşum hissiyatını yoğun bir şekilde hissettiğimi hatırlıyorum. Geride kalanlarsa tamamen pus içinde, var ile yok arasında, okunmuş ile duyulmuş arasında sıkışmış gibi. Kim bilir, belki de tüm okurlar için aynı duyguları anımsattığındandır kitabın adının "puslu" oluşu... İşte tam da bu pus nedeniyle hatırladıklarımdan oluşacak Puslu Kıtalar Atlası incelemesi.

Tarihçi yazar İhsan Oktay Anar tarafından romanının başında okuru bir keşmekeşin içine itiliyoruz. Burada kim kimin nesidir, olaylar nedir, hangi çağdayız, neyi arıyoruz soruları arasında abandone oluyoruz. Ortada kördüğüm olmuş bir yumak ve sağda solda görünen ip uçları var. Kitabı okudukça bir karmaşadan diğerine savruluyoruz ama dönüp dolaşıp yine o yumağın içine giriyoruz. İlerledikçe ilk baştaki karmaşa ve ip uçları bir bir aydınlanmaya başlıyor. Hikayedeki pus yavaş yavaş açılıyor.

Anlatılan olayların yanında geçmişe seyahat yoğun bir şekilde hissediliyor. Devletin karanlık odalarında gezerken geçmiş geridir çıkarımını yerle bir ediyor. Mucizevi aletler ile birlikte aklın sınırlarını zorlayan teorilerle karşımıza çıkıyor. Mesela tam 40 yıl sonra çalışmaya başlayan bir saat ile nelerin yapılabileceğini okuyunca şaşakalıyorsunuz. Bir de sonsuz hıza ulaşıldığında zamanda geriye gidilebileceği, tam anlamıyla bir boşluk oluşturulduğunda ise sonsuz hıza ulaşılabileceği gibi teori var ki insan ümitlenmeden edemiyor.

Sonuç olarak, kitabın dili ağdalı ve yer yer eski Türkçe var. Hikayenin başlarındaki keşmekeşle ağdalı dil birleşince gözünüz korkabilir. Ancak sabırla ve acele etmeden okuduğunuzda farklı bir tat almaya başlıyor ve üst seviyede bir roman okuduğunuzu hissediyorsunuz. Bu nedenle okumanızı tavsiye ederim.

Sevgiyle kalın...

Tanıtım bülteninden...

Bir "ilk kitap", Türkçe edebiyatta yeni ve pırıltılı bir yazar... "Yeniçeriler kapıyı zorlarken" düşler üstüne düşüncelere dalan Uzun İhsan Efendi, kapı kırıldığında klasik ama hep yeni kalabilen sonuca ulaşmak üzeredir: "Dünya bir düştür. Evet, dünya... Ah! Evet, dünya bir masaldır." Geçmiş üzerine, dünya hali üzerine, düşler ve "puslu kıtalar" üzerine bir roman. Hulki Aktunç'un önsözüyle...

Sayfa Sayısı: 238

Okurken duraklatan, hatırlamaya çalışırken derin düşüncelere daldıran bir kitap Puslu Kıtalar Atlası. Öyle ki, daha bir hafta önce bit...

Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken - Cemal Kafadar


Yaşadığımız topraklarda bizlerden önce kimlerin yaşadığını hiç düşündünüz mü? Osmanlılar, ondan önce Selçuklular gibi genel tarih bilgisinden bahsetmiyorum. Tarihte anlatılan olayları yaşayan bireylerden bahsediyorum. Hayat pahalılığından şikayet eden, geçim kaygısı güden, zengin olma uğraşı veren, hakkı yendiğini düşünen kayda girmeyi ve nevi şahsına münhasır olmayı başaramamış bireylerden bahsediyorum. 

Tarih dersleri de veren Cemal Kafadar hoca 1986-94 yılları arasında araştırmalarının ürünü olan dört makale ile bu konuda önümüze ışık tutmuş. Öncesinde ise hatıratlardan, günlüklerden veya kişisel yaşantılardan tarihi olayların yorumlanıp yorumlanamayacağı konusunda uzun uzun kafa yormuş. Anlatıların subjektifliğinden dem vurarak tarihi olayların objektif yorumlanıp yorumlanamayacağını değerlendirmiş. Sonrasında ise Osmanlı'nın on altı ve on yedinci yüzyıl halk yaşamına dair önemli ip uçları veren Yeniçeri Mustafa'nın şikayetinden, derviş Seyyid Hasan'ın günlüklerinden, Venedik de ölen Ayaşlı Tüccar Hüseyin Çelebi'nin ticaret kayıtlarından, Üsküplü Asiye Hatun'un şeyhlerine gönderdiği mektuplarından çıkarımlar yaparak o günleri anlamaya ve anlatmaya çalışmış.

İlk makale de Yeniçeri Mustafa, Divan-ı Hümayuna rahmetli babasından kalan arsalara abisi tarafından el konulduğu, bu tarlalarda kendisinin de hakkı olduğu yönünde şikayette bulunuyor. İlk bakışta normal gibi görünen bu durumdaki gariplik dikkatli tarihçinin gözünden kaçmıyor. Halen geçerli olan memur ve askerlerin ticaretle uğraşma yasağı o günlerde yeniçeriler için geçerliymiş. Buna rağmen tarım (dolaylı yönden ticaret) yapması mümkün olmayan Mustafa, bu tarladan payını almayı başarmış. Tabi ki gerileme devrinin ticaret yasaklı paşalarının bile kendi servetlerine servet katma peşinde koştukları düşünülünce, Mustafa'nın ki oldukça masum kalmış.

Derviş Seyyid Hasan ise günlüklerinden anladığımız kadarıyla ruhsuz. Adam karısının ölümünü hikaye anlatır gibi anlatıyor. Sonra da sabahlara kadar üzüldümlü laflar ediyor. Bana hiç güven vermedin derviş Hasan. Ama yazar olaya benim gibi duygusal yaklaşmıyor ve kadın erkek ilişkileri üzerine bir sürü çıkarımda bulunuyor.

Tüccar Hüseyin'den ise bir çok şey çıkarıyoruz. Savaşların ticaret kayıtlarını nasıl etkilediği, yeni liman arayışlarının nedenleri, Osmanlı tebaası olan farklı milletlerden hangilerinin daha fazla ticaretle uğraştığı ve ticarette hangi ülkelerin kurallarına uyulacağı gibi bir çok çıkarımda bulunulmuş.

Üsküplü Asiye Hatun ise efsane. Önceleri şeyhin birine bağlı ve üzerine düşen görevleri yerine getiriyor. Anlaşıldığı kadarıyla zikir yapıyor ve şeyhi izin verdikçe bir üst zikre geçiyor. Yedinci seviyeye geldiğinde ise birden şeyhinden soğuyor ve daha yakışıklı olan başka bir şeyhe bağlanıyor. Tabi biraz pişmanlıkta var ama genel olarak yeni şeyhinden memnun. Sürekli gördüğü rüyaları posta ediyor. Mektuplarını şeyhinden başkasının okuyamacağından emin tarzda, rüyasında onunla evlendiğini filan yazıyor. Şeyhte sevgisinin karşılıklı olduğunu yazıyor ama anlaşıldığı kadarıyla hiç görüşmüyorlar. Valla Asiye hatun doğru devirde yaşamışsın. Eğer bu gün olsaydın şeyhler o işi rüyada bırakmaz, seni harcarlardı.   

Sonuç olarak 200 sayfadan ve dört makaleden oluşan zaman yolculuğu meraklıları için okunası bir kitap.

Son olarak ise kitabın adını, Karacoğlan'ın şiirinden aldığını belirtip şiiri aşağıya bırakalım.

Sevgiyle kalın...


Kim var imiş biz burada yoğ iken
Şu yalan dünyaya geldim geleli
Tas tas içtim ağuları sağ iken
Kahpe felek vermez benim muradım
Viran oldum mor sümbüllü bağ iken

Aradılar bir tenhada buldular
Yaslandılar şıvgalarım kırdılar
Yaz bahar ayında bir od verdiler
Yandım gittim ala karlı dağ iken

Farımaz da deli gönlüm farımaz
Akar gözlerimin yaşı kurumaz
Şimden geri benim hükmüm yürümez
Azil oldum güzellere bey iken

Karac'oğlan der ki bakın geline
Ömrümün yarısı gitti talana
Sual eylen bizden evvel gelene
Kim var imiş biz burada yoğ iken

*Ağu: zehir
*Farımak: yaşlanmak, vazgeçmek

Yaşadığımız topraklarda bizlerden önce kimlerin yaşadığını hiç düşündünüz mü? Osmanlılar, ondan önce Selçuklular gibi genel tarih bilg...

Martı Jonathan Livingston - Richart Bach


En iyi kitaplar, mutlaka okunması gereken kitaplar, ölmeden önce okunması gerekenler gibi listelerde yer bulan bir kitap Martı Jonathan Livingston. Bu nedenle, tabi birazda ince olmasından dolayı konusu hakkında ön bilgi edinme gereği duymadan okumaya başladım.

Özetle Martı Jonathan Livingston, hayatına kendi yön vermek isteyen, toplumun kısıtlayıcı kurallarını çiğnemekten kaçınmayan, hep yeni arayışların peşinde koşan bir yapıya sahip. Her gün yiyecek peşinde koşmanın, sadece yemek için çalışmanın saçmalığını yaşamak istemez. Hep yüksekler, daha yükseklere uçup sert sortiler yapma peşinde koşar. Tabi her toplumda olduğu gibi martı toplumunun kuralları da kendi kafasına göre takılan yeni yeni icat çıkaran tipleri sevmez. Bu arada her seferinde uzun uzun martı Jonathan Livingston yazmak yerine müsaadenizle kendisine John demek istiyorum. Neyse, nerede kalmıştık. Ayrılıkçı tipleri sevmeyen kuş toplumu sonunda bizim John'u sert kayalıklara sürgün eder. Ama John bu, durur mu? Hemen orayı da cennete çevirir.

John'un hikayesi tabi ki bu kadar değil ama bu kısa anlatım bile yüzeysel olarak kitabın neredeyse yarısı ediyor. Gerisini de anlatırsak benim anlattığımla kalabilirsiniz. Oysa şu an kişisel gelişim ya da motivasyon kitabı eleştirisi yapan şahsiyet, bu tür kitaplara hep ön yargıyla bakmıştır. Hepsini bir kefeye koyarak, okurunu aşırı motivasyonla toplumun içine saldığını düşünür. Külüstür bir arabaya aşırı hız yaptırırsan ya yolda dökülür ya da duramayarak bir yere toslar mantığındadır. 

Velhasıl, kitabın ince, konunun basite indirgenmiş yalın bir dille aktarılması ve herkesin okuması gerekenler listesinden bir kitaba eksi atmamanız için kitabı okumanızı öneriyorum. 

Okurken bizim John'a benim selamımı da iletiverin.

Sevgiyle kalın...

En iyi kitaplar, mutlaka okunması gereken kitaplar, ölmeden önce okunması gerekenler gibi listelerde yer bulan bir kitap Martı Jonatha...

11.22.63


Tarih karanlık olaylarla dolu. Bazı olayların aydınlatılamaması bazı olaylarınsa açıklanış şekli ya da resmi açıklamalar üzerinden yıllar geçse bile, tam anlamıyla tatmin edememesi nedeniyle akıllarda hep soru işareti bırakmıştır. 22 Kasım 1963' de meydana gelen bir suikast ise hakkında bir çok komplo teorisi üretilen en popüler olay gibi duruyor.


John Fitzgerald Kennedy, 22 Kasım 1963 tarihinde Cuma günü saat:12.30 sıralarında eşiyle üstü açık bir arabada Dallas' taki bir konvoyun arasında ilerlerken ensesinden ve başından, yanında bulunan Vali Connally ise sırtından vurulur. Kennedy hastaneye ulaşamadan yolda ölür, vali ise kurtarılır. Olayın sorumlusu olarak Polonya yahudilerinden 24 yaşındaki Lee Harvey Oswald yakalanır. Ancak iki gün sonra daha ifadesi alınmadan bir bar işletmecisi olan Jack Ruby tarafından herkesin içinde öldürürlür. Soruşturma devam ederken Jack Ruby'de şüpheli şekilde ölür. Yargılama sonucunda ise suikasti Lee Harvey Oswald'ın  tek başına gerçekleştirdiğine karar verilir.


Suikast sırasında 3 el ateş edilmiştir ve ilk atış ile son atış arasında 5.6 saniye bulunmaktadır. Suikast silahı olarak gösterilen İtalyan yapımı olan Manlicher Carcano (dürbünlü tüfek) ise her atıştan sonra doldurulması gereken bir tüfektir. Dolayısıyla bu kadar kısa sürede hedef alarak 3 el ateş etmesi imkansıza yakın görülüyor. Fazla uzatmayalım. Bu suikastle ilgili ağırlıklı olarak iki komplo teorisi üzerinde duruluyor. 

John Fitzgerald Kennedy, İsarail’in nükleer programına ters düştüğü için İsrail tarafından öldürülmüştür.

* Suikast, Pentagon, FBI, CIA ve Gizli Operasyonlar birimlerinin ortak bir suikastidir. Jim Garrison suikast ile birlikte başkan yardımcısı göreve atanacaktır ve bu sebeple hükumete gizli bir darbe yapılmıştır.

Peki gerçekte ne olmuştu ve bu suikast gerçekleşmeseydi ABD bu günkü durumundan çok daha ilerde olur muydu? Ya da Vietnam bataklığına saplanmadan geleceğini kurabilir miydi?


İşte bu soruların cevaplarını, Stephan King'in 22/11/63 isimli kitabından esinlenerek yapılan ve ilk kez 2016 yılında Hulu kanalında yayımlanan 8 bölümlük mini bir diziyle arıyoruz. Dizi, Jake Epping isimli bir öğretmenin tesadüfen bulduğu bir geçitten 1960 yılına gidilebildiğini keşfetmesiyle başlıyor. Zamanda yolculuk ile geçmişe gidip Kennedy suikastini önleme hayali kuran Epping, geçmişte yaşamaya karar veriyor. Ancak burada başka işlere de karışıyor. Bir kadına aşık olarak onu kocasından, bir aileyi baba vahşetinden kurtarıyor.  Yani tarihin seyrini değiştiriyor.


Konunun ilgi çekici olmasının yanında oyunculuk ve geçmişin canlandırılışı, özellikle de kıyafetler ve klasik arabalar etkileyiciydi. İzlerken fazlasıyla geçmişte yaşama isteği uyandırıyor. Ayrıca o yılların yaşam tarzını ve nezaketini merak edenler içinde yeterince doyurucu.

Keyifli seyirler...

Tarih karanlık olaylarla dolu. Bazı olayların aydınlatılamaması bazı olaylarınsa açıklanış şekli ya da resmi açıklamalar üzerinden yıl...