Sineklerin Tanrısı - William Golding


İngiltere büyük bir savaşa girmek üzeredir. Çocuklarını bu savaştan korumak için uçağa bindirip bilinmeze göndermek isterler. Ancak ıssız bir adaya düşen uçaktan kurtulan çocuklar artık başlarının çaresine bakmak zorunda kalırlar.

Yazar distopik ve alegorik olarak tanımlanan romanına yukarıdaki anlatıma benzer sert bir giriş yapıyor. Bu girişten sonra da çevreden izole edilmiş dünyayı tasarlamaya başlıyor. Beklenenin aksine başlangıçta her şey güzeldir. Ada da çeşit çeşit meyveler ve hayvanlar vardır. Bu cennetvari ortamda karşımıza Ralph adında güzel bir çocuk çıkıyor. Orduda binbaşı olan babasının kendisini kurtaracağından emin olan Ralph, gelecek kaygısı yaşamadan düştüğü cennetin keyfini çıkarmaya çalışıyor. Ancak adını hiç bir zaman öğrenemeyeceğimiz Domuzcuk ile karşılaştıktan sonra bir şeyler yapmaya karar veriyor. Adada bulunan çocukları bir araya topluyorlar, büyüklerinden öğrendikleri gibi seçim yapıyorlar ve aralarından bir lider seçiyorlar. Ralph'in en büyük rakibi kilise korosunun başında bulunan Jack oluyor. Kitabın sonuna kadar Ralph demokrasiyi temsil ederken, Jack ise otokrasiyi temsil ediyor.

Yazarın aslında tek bir amacı var. Aramızdaki iktidar hırsının, acımasız mücadelelerin cenneti adım adım cehenneme çevirişini gözler önüne sermek. Hatta her şeye sil baştan başlasak bile aynı sonuca ulaşıyor olmak. 

Sonuç olarak verdiği mesaj ve kanıksadıklarımızın hayatımızı cehenneme çevirisi anlatımıyla okunası bir kitap olabilir. Ancak tüm zorlamalarıma rağmen kitabın içerisine tam anlamıyla giremedim. Anlayamadığım bir şekilde bir şeyler beni sürekli dışarı itti. Mesela Ralph ile Jack arasındaki demokratik seçimde, orduda binbaşı olan babasını kurtarıcı gibi göstererek seçimi kazanması bana hiç demokrasi gibi gelmedi. Takılı kaldım buraya. Oysa kimsesiz ve ilkel bir yaşamla baş başa kalan çocukların en güçlünün peşine takılması iç güdü gereği olmalıydı. Yazarın buradaki fiziki gücü bir kenara itip aile bağlarından gelen gücü öne almasını anlamlandıramadım. Belki de kitabında yer yer bahsettiği İngiliz asilliğini burada da vurgulamak istemiştir de ben kaçırmışımdır. Bilemiyorum. 

Son söz; kitap uzun süre okuma listeme girmeyi bekleyip durdu. Bunda okurun kafasının karışık olmasının da etkisi var tabi. Kimi okurlar kitabı içselleştiremezken kimi bayıldı. Tabi ki bu durum kitabı uzun bir süre ertelememe neden oldu. Ancak Kitap Gizi' nin oku tavsiyesi üzerine ani bir kararla ilk sıraya alınarak okundu. Ben pişman değilim ve sonuna kadarda okudum ancak aynı iştahla size tavsiye edemeyeceğim. Distopik romanları seviyorsanız okuyunuz.

Sevgiyle kalın... 

İngiltere büyük bir savaşa girmek üzeredir. Çocuklarını bu savaştan korumak için uçağa bindirip bilinmeze göndermek isterler. Ancak ıs...

Efrasiyab'ın Hikayeleri - İhsan Oktay Anar


Anadolu da insanlar, özellikle elden ayaktan kesilmiş, varlığıyla yokluğu bir olmuş, herkesin saygı duyduğu ama kimsenin ciddiye almadığı dedelerin kendilerini dinletme yöntemidir öyküler. Haliyle sıradan olmamalı, içinde kültüre uygun ürpertici, korkutucu ve zenginlik hayali kurdurucu ögeler olmalı. 

Anadolu'nun bir yerinde yaşayan Cezzar Dede de kendini bu yöntemle dinletenlerdenmiş. Tam on bir torununa içerisinde kayıp hazineler, cinler, periler geçen hikayeler anlatır dururmuş. Günün birinde her insanın kapısını çaldığı gibi Cezzar Dedenin de kapsını çalmış Ölüm. Hikaye bu ya, ölüm herkese son bir şans veriyormuş. Aralarında anlaşmışlar ve Cezzar Dede ile de hikaye anlatma yarışına tutulmuşlar. Bu yarışın sonunda da sekiz hikayeden oluşan bu kitap meydana gelmiş.

Hikayeler yörelerimize ve törelerimize uygun. Yani zombi yerine malum korktuğumuz şeyler var. Ancak bir çok hikayenin takibi zor. Daldan dala atlarmış gibi. Dinleyici değil anlatıcı odaklı. Anlatan eğlenirken dinleyen anlamakta zorlanıyor. Tam da kendini dinletmek isteyen dedenin akşam yaşadığını sabah kahvaltısından anlatmaya başlaması gibi.

Yazarın hikaye anlatımı da farklı. Örneklerini Mevlana'da gördüğümüzü iç içe geçmiş alt hikayeler örüntüsü ustaca işlenmiş. Ölüm ile Cezzar Dede birbirine hikaye anlatırken bir bakmışsınız Cezzar Dedenin hikayesindeki kahramanın anlatımıyla başka bir anlatıya geçmişiz. Hikaye bittikçe basamakları yukarı tırmanıp asıl hikayeye ulaşmışız. Labirent gezintisi gibi...

Kitap, blog sözlüğün kitap okuma grubunun seçkisi. Okurken zaman zaman sıkıldığım, hikayeden koptuğum olsa da kitap bittiğinde damağımda farklı bir tat kaldı. İhsan Oktay ile tanıştığım için kesinlikle pişman değilim.

Sevgiyle kalın...

Anadolu da insanlar, özellikle elden ayaktan kesilmiş, varlığıyla yokluğu bir olmuş, herkesin saygı duyduğu ama kimsenin ciddiye almad...

Yürümenin Felsefesi - Frédérick Gros



Bildiğiniz yürümekten bahsediyoruz. Mecazi anlam filan yok. Hani şu bir ayağınızı diğerinin önüne atıp durduğumuz, bunu yaparken de nasıl yapılacağına bile kafa yormadığımız eylem. 

Yürümenin de felsefesi mi olurmuş demeyin. Yazar 192 sayfalık anlatımla, yürümeyi sağından solundan, önünden arkasından, felsefesinden sosyolojisinden yani aklınıza gelebilecek her yönden irdelemiş ve tane tane anlatmış.

Her şeyden önce yalnız yürümeliymişiz. Hızımızı kendimiz belirlemeli, bir yerlere yetişme kaygısı olmadan attığımız her adımı yaşamalıymışız. İşte o zaman vücut kendi dengesini bulup daha verimli çalışmaya başlıyormuş. Vücudun rahatlamasıyla beyin bile daha iyi düşünür hale geliyormuş. Hatta düşünme eylemi oturarak olmazmış, o derece...

Birde günümüzün modern yürüyüşçüleri "trekking"çiler var. Yazar ellerinde kayakçı çubuğu gibi çubuklar bulunan bu güruha da karşı. Olayı doğallıktan çıkardığı ve kapitalist sisteme hizmet ettiğini düşünüyor. Ayrıca gruplar halinde yürümenin insanın özüne ulaşmasına engel olacağı görüşünde.

Bunun dışında haç yolculukları, seyahat için yürümek, ceza için yürütülmek, kafayı toplamak için gezinmek gibi ayrıntılara boğduğu birçok konuyu yine tüm yönleriyle aktarıyor. Tamam kardeşim gezinmek güzel şey ama bir yere ulaşmak için yürümek zorundaysanız eziyete dönüşüyor endişesi taşıdığınız bir sayfadan sonra aklımızı okurcasına cevabını veriyor. Merak etme o konuyu bende düşündüm, ayrıca olaya birde farklı bir yönden bak tavrıyla abandone olmanızı sağlıyor.

Daha sonra Nietzsche, Rousseau, Thoreau, Rimbaud, Kant ve Gandi gibi isimler için yürümenin önemini, eserlerine, mücadelelerine etkisini ve arınma süreçlerini okuyoruz.

Kitap bana Bir Tutam Karınca'nın tavsiyesi. Kendisini takip edenler bilir. Her gün kilometrelerce koşu sonrası spor salonunda çalışma ve son olarak da dinlenmek için bisiklet kullanır. Sanırım bana kalk biraz hareket et demek istemiş. Haklı...

Sonuç olarak bazı bölümler hariç kendini okutan bir kitap. Yürümenin nesi anlatılabilir ki diye düşünenlerdenseniz bir göz atın. Faydaları anlatmakla bitmiyormuş...

Keyifli okumalar...

Bildiğiniz yürümekten bahsediyoruz. Mecazi anlam filan yok. Hani şu bir ayağınızı diğerinin önüne atıp durduğumuz, bunu yaparken de n...

Jüpiteri Satıyorum - Isaac Asimov


Isaac Asimov, tüm eserleri okunması gereken yazarlar listeme girdi artık. Bu nedenle karşılaştığım ve okumadığım e-kitaplarını hemen yüklüyorum. Ancak aynı yazarı peş peşe okumak eserin etkileyiciliğini kırabilir ya da okuru bıktırabilir düşüncesindeyim. Bu nedenle de pey der pey İsaac Asimov okumalarımla karşılaşacaksınız.  

Jüpiteri Satıyorum'u da sadece yazarından dolayı ve ön bilgi edinmeden okudum. Kitap 24 kısa bilim kurgu hikayesinden oluşuyor. Hikayenin birinde insan olmaya çalışan robotun mücadelesini okuyarak kendimizi şanslı hissederken, diğerinde birbirini avlayarak yok eden canlı türünün insana ne kadar da benzediğini düşünerek hayıflanıyoruz. Neredeyse tüm hikayelerde kendi sonumuzu kendimizin getireceği sonucunu çıkarıyoruz. Bunu bazen yapay zeka ile bazen de gelişen teknolojinin zararlı kullanımıyla yapıyoruz. Sadece "Yazar! Yazar!" isimli öyküsünde bilindik tarzının dışına taştığını görüyoruz. Sahi, sizi etkileyen roman karakterleri canlanıverse ne olurdu?

Sonuç olarak okuması kolay, hikaye çeşitliliği ile ufuk açıcı bir kitap. Zorlanmadan okuyabileceğinizi düşünüyorum.

Sevgiyle kalın...

Isaac Asimov, tüm eserleri okunması gereken yazarlar listeme girdi artık. Bu nedenle karşılaştığım ve okumadığım e-kitaplarını hemen y...

Başkentimizin Turizm İncisi Beypazarı


Bir hafta sonu nereye kaçsak arayışı içindeyken bulduk Beypazarı'nı. Öyle çok gezi meraklısı bir adam da değilim aslında ama insan büyük şehrin karmaşasında nefes alamayacak duruma geldiğinde bir yerlere kaçmak istiyor. İşte benim gibi bu duruma düşen mangalcı tayfası dışındakilerin ve gezmekten zevk alanların uğrak yeriymiş bu ilçe. Sonuçta Ankara'ya bir saatlik mesafede. Her gün işe gidip gelmek gibi bişey... Osmanlı evleri, yemekleri ve çarşısıyla da meşhurmuş. Hadi bakalım buyrun. Beypazarı'nı önce benimle beraber yüzeysel gezin sonrasında ise işin üstadından okuyun...

İNÖZÜ VADİSİ

Beypazarı'na gelmeden hemen önce sağ tarafınızda kalıyor vadi. Üzerinde beypazarı maden suyu şişesi heykeli bulunan şadırvanın yanından sağa doğru döner dönmez başlıyor vadi. Öyle ıhlara vadisi gibi bir yer hayal etmeyin. Sağlı sollu yüksek tepeler ve uzaktan görülen mağaralar var. Ancak bu terk edilmiş görüntünün yanında doğal köy kahvaltısı yapabileceğiniz çay bahçesi görünümlü mekanlarla dolu. Tabi ki biz mevsimini tutturamamış olabiliriz. Çünkü nette gördüğüm o güzelim gezi yerlerini ve gezen insanları görmedim. Bu arada vadinin girişindeki şadırvandan doğal kaynak suyu akıyormuş. Millet damacanaları kapıp gelmiş...


ÇARŞI

İnözü Vadi'sinden çıkıp Beypazarı ilçe merkezine girdiğinizde artık -varsa- aracınızdan kurtulmaya bakın. Bundan sonrasını yaya olarak gezeceğiz. Çarşı merkezine girdiğinizde sizi havuç heykeli karşılıyor.  Bu heykelden kalabalığı takip ederek yukarıya doğru çıkıyoruz. Sağlı sollu hediyelik eşyaların, gümüşçülerin, doğal bitkisel ürünler satan dükkanların, havuç ve dut suyu satan tezgahların arasından geçerken Osmanlı evlerini de gözden kaçırmıyoruz. 





SULUHAN NASUHPAŞA HANI

Çarşıdan yukarı doğru çıkarken sol tarafınızda göreceksiniz. Kapıdan girdiğinizde sizi beklenmedik büyüklükte bir alan karşılayacak. duvar taşları ve duvarlardaki bölmelerin güzelliğine hayran kalırsanız sakın başınızı yukarı kaldırmayın. Burayı hangi gözü kör olasıca restore ettiyse kendine benzetmiş. E be adam, bu güzelim duvarların çatısına o dönemin ruhuna uymayan uyduruk yapıyla neden kapatırsın. Neden aslına uygun yapmazsın. Neyse ki bu alanın sol tarafında kalan geniş bahçe olanca güzelliğiyle duruyor. İçeride bir kaç tane cafe tarzı dükkan var ama üst katın neredeyse tamamı boştu. Bu arada Suluhan gezisi bedava...



 

TÜRK HAMAM MÜZESİ

Suluhan'dan çıktıktan sonra yukarıya doğru yolumuza devam ediyoruz. Az biraz yürüdükten sonra yine sol tarafımızda ülkemizin ilk hamam müzesiyle karşılaşıyoruz. 3 TL ücret ödedikten sonra (12 yaşından küçükler ücretsiz) içeriye giriyoruz. Yanımıza gelen abladan buranın ilk hamam müzesi olduğu, bazı günler erkeklerin bazı günlerse kadınların kullandığı, evlenecek kızların ilk buralarda gözden geçirildiği gibi kısa bir bilgilendirme aldıktan sonra içeriyi de geziyoruz. Zaten küçüçük bir yer olduğu için geziniz kısa sürede bitiyor.







YAŞAYAN MÜZE

Türk Hamam Müzesinden çıktıktan sonra hemen karşısındaki Sultan Alaaddin Caminin yanından sağ tarafa doğru dönüyoruz. Artık çarşı kalabalığının azaldığına bakmadan yolunuza devam ederseniz sol tarafınızda Yaşayan Müze'yi görürsünüz. Buraya girişte 8 TL ve 12 yaşından küçükler yine ücretsiz. Ancak buradan aldığınız bileti saklarsanız yaşayan köye indirimli girebiliyormuşsunuz. Her neyse. Müzeye girdikten sonra merdivenleri çıktığınızda konağın giriş kapısına geliyorsunuz. Hemen konağa girmeyin, burada güzel bir hikaye var. 


O zamanlar herkesin girebildiği konağın kapısına gelindiğinde, sağ tarafta dışarıdan açılabilen bir pencere bulunurmuş. Bu pencereyi açan muhtaç kimse içerideki ahşap dolaba boş kabını bırakır ve üç kez tıklatırmış. Pencerenin açıldığı mutfak kısmındaki ise o günün menüsünde ne varsa onu kaba koyar ve dolabı tekrar çevirirmiş. Böylece veren el alan elin kim olduğunu bilmezmiş. Ancak bazen evin kızı ile aşık delikanlı da bu yolla haberleşirlermiş. konak halkı bu durumu bilse de bir yere kadar göz yumarmış. Ancak gençler işi abartınca büyükler onları karşılarına alır "biz senin ne dolaplar çevirdiğini biliyoruz" derlermiş. Ben dinlerken çok etkilendim, umarım güzel aktarabilmişimdir.




Müzenin içerisinde ebru sanatı, hacivat karagöz ve kurşun döktürme gibi etkinlikler var ancak hepsi paralı. Yine de ekstra para ödemeden o dönemin yaşam tarzına dair bir çok şeyi görebiliyorsunuz.






Müzeden çıktıktan sonra Hıdırlık tepesine gidecektik ama tadilattaymış. Bu nedenle yaklaşık beş saat süren gezimizi sonlandırdık. Eğer yolunuz düşerse sıkılmadan gezebileceğiniz, özellikle beypazarı kurusunu yerinde tadabileceğiniz güzel bir gün geçirir, burada paylaşmadığım bir çok görseli yerinde görebilirsiniz.

Şimdi asıl gezi bilgilerini almanız için sizi işin erbabıyla baş başa bırakıyorum. Sevgiyle kalın...

Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sinde anlattığı Beypazarı;

İlk kurucusunu bilmiyorum. Fakat ilk fatihi Kütahya beylerinden Germiyanoğlu Yakup Şah'ın veziri Dinar Hezar'dır. Onun için şehre "Germiyan Hezar" da derler. 


Haftada bir gün güzel süslü bir pazar kurulup, bütün kıymetli eşyalar bulunur. Halkının uğraşları tiftik keçisi olduğundan, pazarında sof çok satılır. Müşterisi vardır. Senede bin kantar sof ipliği satılır. Sofu olmaz fakat güzel mümeyyizi olur. Pazarına her hafta etraf köylerinden 10 bin insan toplanır. 


Şehir Anadolu toprağından Engürü sancağı hududunda olup, İstanbul'da kim Şeyhülislam olursa ona has olur. Padişah hasından ayrılmadır. Müftü tarafından hakimi subaşısıdır. 150 akçelik kazadır. Senelik kadısına yedi kese gelir getirir. Damga emini, Sipahi Kethüda yeri ve Yeniçeri Serdarı vardır. Fakat kale ağası ve neferi yoktur. Kalesi bir dere içinde olup, iki tarafı balık sırtı gibi kaya üzerindedir. Genişliğini bilmiyorum. 


Aşağıda şehir iki geniş dere içinde olup 20 mahalle 41 mihraptır. Fakat öyle mükellef camileri yoktur. Çarşı içinde cami güzeldir (Paşa Camii). Hepsi 3060 tane iki katlı evleri vardır. Duvarları kerpiçtendir. Yüzeyleri tahta ile kaplıdır. Medrese Darulhadis ve Darulkurrası vardır. Çünkü talebe bilginleri çoktur. Medreseleri kargir değildir. 70 adet çocuk mektebi vardır. Çocukları gayet temiz ve olgun olup, 700' ün üzerinde hafızı vardır. 


Bir Şeyhülislamı var ki; bütün bilginler onunla ilmi tartışmaya girmekten acizdirler. Nakibüleşrafı fadıl değil fakat, gayet cömert bir kimsedir. 


Halkının çoğu bilginlerdir. Hepsi renk renk sof giyerler. Türk şehri olduğundan halkı Oğuz taifesidir. Yani Türk kavmi demenin güzel bir ifadesidir. Yedi tane hanı vardır. Çarşı içindeki güzel bir han yanmıştır. Hamamları, 600 dükkanı vardır. Çarşıda kasaplar içinden akan dere kenarında hafta pazarı olur. Dere burada şehrin aşağı tarafından akarak bir nehir vasıtası ile Sakarya'ya dökülür. Şehir yüksek yerde olduğundan caddeleri kumsalca ve kaldırımsızdır. Halkı garipsever ve cömert kişilerdir. Kadınları gayet edepli ve akıllı olurlar. 


Bağ ve bahçesi çoktur. Bostanlarından bir çeşit kavun olur ki lezzetinden adamın damağı yarılır. Misk ve hamamber gibi kokusu vardır. Şehir halkının çoğu bu kavundan zerde pişirir. İçine tarçın ve karanfil korlar. Muaviye'nin icat ettiği zerdeden tatlı bir zerde olur. Bir çeşit yeşil armudu olup, yuvarlak olduğu gibi dördü beşi de bir okka gelir. Gayet hoş ve suludur. İstanbul'a nice bin kutu armudu pamuklar içinde hediye gider. Bu armudun eşini acem diyarından başka yerde görmedim. Bir çeşit siyah arpası olur ki, gayet yağlıdır. Ata çok vermekten çekinilmelidir. Sahrasında pirinci olur ki, gayet pişkindir. Velhasıl etrafı geniş, eşyası ucuz ünlü bir şehirdir. Şeyh İvaz dede adında bir de türbesi vardır.

Bir hafta sonu nereye kaçsak arayışı içindeyken bulduk Beypazarı'nı. Öyle çok gezi meraklısı bir adam da değilim aslında ama insan...

Okuyucu - Bernhard Schlink


Okuyucu Alman hukukçu ve yazar Bernhard Schlink' in mini başyapıtıdır. İnternetten edindiğim bu  iddialı bilgi bile kitabın ne kadar dolu ve doyurucu olduğunu anlatmaya yetiyor.  Elbette yükselen beklentiyi de son damlasına kadar karşılıyor. 

Okuyucu'yu üç bölümde incelemek mümkün. İlk bölümde, lise öğrencisi on dört yaşındaki Michael Berg ile otuz altı yaşındaki Hanna Schmitz'in ilişkisini Berg'in anlatımıyla irdeliyoruz. Henüz on dört yaşında olan çocuğun kendinden yaşça büyük olan kadının vücudundan etkilenişini, ona kapılışını, yaşadığı aşk ile hayranlık arasındaki tanımlanamaz duyguyu ve cinselliği öğreniş hikayesini olanca çıplaklığıyla okuyoruz. İlişkisini arkadaşlarına anlatamayışına içerliyoruz. Akıl ile kalp arasına sıkışmışlığı iliklerimize kadar hissediyoruz.

Sonunda Hanna'yı anlatmak, onu gençliğimin diğer sırlarından biri gibi sunmak için çok geç kalmıştım. Bu kadar zaman geçtikten sonra ondan söz edersem, diyordum kendime, bunca uzun süre suskun kalmam, aramızdaki ilişkinin yakışıksız olduğu ve vicdan azapları çektiğim yolunda yanlış bir kanıya yol açacaktır. Ama kendimi nasıl kandırmaya çalışırsam çalışayım, hayatımdaki önemli şeyleri dostlarıma anlatırken Hanna'yı suskunlukla geçiştirdikçe, ona ihanet ettiğimi biliyordum. 

Sonraki bölümde, Nazi düşmanlığının zirvesini yaşayan Berg'in, yıllar sonra mahkeme salonunda Hanna'yı görmesiyle farklı bir duygu seline kaplıyoruz. Hani insan en çok kınadığı şeyle sınanırmış ya, o mesele. Artık hukuk öğrencisi olan Berg'in, geçmişte Hanna ile yaşadığı ama anlamlandıramadığı bir çok konuyu yargılama sırasında gördükleriyle anlıyoruz ve hayretler içerisinde kalıyoruz. Gel-git' lerini yine beraber yaşıyoruz.  Sahi, kusurunuzun utancı üzerinize atılan suçun utancından büyük olsaydı ne yapardınız?

O sıralarda arkadaşlarımla bu sorunu konuşmayı denedim. Düşün ki, bir insan bilerek felakete sürüklüyor kendisini ve sen onu kurtarabilirsin -kurtarır mıydın? Öyle bir ameliyat düşün ki, hasta narkozla bağdaşmayacak uyuşturucular kullanıyor, ama uyuşturucu kullanmaktan utandığı için, bunu anestezi uzmanına söylemiyor -onun yerine sen konuşur muydun anestezi uzmanıyla? Bir mahkeme düşün ki, sanık solak olduğunu ve bu yüzden sağ elle işlenen cinayeti kendisinin işlemiş olamayacağını açıklamadığı takdirde mahkûm olacak; ama solak olmaktan utandığı için bunu yapmıyor -durumu sen açıklar mıydın hâkime? Sanığın eşcinsel olduğunu ve suçun bir eşcinsel tarafından işlenmiş olamayacağını düşün; ama sanık eşcinsel olmaktan utanıyor. Sorun, solak ya da eşcinsel olmanın utanılacak bir şey olup olmadığı değil -yalnızca sanığın utandığını düşün.

Üçüncü bölümde ise Hanna'nın hapishane hayatına dair ip uçlarını, pişmanlıklarını ve utançlarını kapatma çabasını okuyoruz. 

Bak çocuk! Sen beni üzemezsin. Senin beni üzmeye... Beni üzecek kadar önemin yok

Okuyucu'yu Bir Tutam Karınca'nın tavsiyesi üzerine okudum. İyi ki de tavsiye etmiş. Daha ilk sayfalardan itibaren içine alan, bu kadar samimi bir geçmiş hesaplaşmasını okuduğumu hatırlamıyorum. 

Mutlaka okumalısınız.

Tanıtım bülteninden...

En eski kulvarlardan birine, polisiye'ye yenilikçi bir dalış yapan Alman edebiyatçı Schlink'in tüm maharetini sergilediği bir roman, Okuyucu. 15 yaşındaki bir çocuğun 35 yaşlarındaki bir kadınla yaşadığı aşk, Nazi dönemi sabıkalarının izleri, ihanet, kaçış, vicdan azabı, uçurumlar, suçluluk duygusu, yakalanma korkusu... Schlink, bu temaları "Suç nedir, niçin suçluyum?" sorularının peşinde ve sürükleyici bir dehşet hikayesinin içinde öylesine ustalıkla işliyor ki, Daniel Cohn-Bendit'in deyişiyle "büyük edebiyat" çıkıyor ortaya.

Sayfa Sayısı: 188

Okuyucu Alman hukukçu ve yazar Bernhard Schlink' in mini başyapıtıdır. İnternetten edindiğim bu  iddialı bilgi bile kitabın ne ka...