Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca


Sözlükmüş, sözlük yazarlığıymış, bu yazarlar ne yazarmış tam olarak kafamda oturtamasam da sürekli takip etmeye çalıştığım bir kitap grubu var. Blogsözlük kitap okuma grubu.  Dile kolay 44. kitabına gelmiş ve Yaşar Kemal'in Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca kitabını tavsiye etmiş. Okumadan olur mu!!!

Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca fabl türünde bir hikaye. Gerek konunun içeriği gerekse anlatım tarzı ile George Orwell'in Hayvan Çiftliği ile benzerlik gösteriyor. Orwell kendi dönem liderlerini eleştirdiği Hayvan Çiftliği eserinde, eşit haklara sahip hayvanların arasındaki domuzların iktidara geliş ve diktatörleşme hikayesini anlatır. Böylece hayvan çiftliğini dışarıdan izleyen okuyucu, eser bittiğinde aydınlanma yaşar. Sadece o kadar da değil. Yıllar sonra bile okunan kitapla, ulus farketmeksizin tekrar eden tarihe tanıklık edilir. Yaşar Kemal ise olayı farklı bir yerden alır. Savaşı kaybeden bir milletin sömürülmesi.

Eser, filler sultanının hiddetlenip karınca ulusunu per-ü perişan etmesiyle başlar. Nasıl olur da karıncalar filler yurdunu tarumar etmeye kalkar. Bunun bedelini derhal ödemelidirler. Oysa ortada öyle bir tehlikenin olmadığını dünya alem bilir ama ne önemi var. Amaç savaşa bir gerekçe bulmak. Savaş başlar, neyse ki son anda akıl hocasının da yardımıyla insafa gelir filler sultanı. Karıncaları bu dünyadan kaldırma fikrinden vazgeçer ama onları köle olarak kullanmaya başlar. Bunun için de akıllı bir yol izler. Karıncaları zorla çalıştırmak yerine onları böler, bir kısmını diğerlerinden ayırır, dillerini unutturur, çok çalışırlarsa kendilerinin de fil olacaklarına inandırır. Zaten binlerce yıl önce tüm filler karıncaymış ama çok çalışarak fil olmuş, aslında ortak atadan, asil karınca soyundan gelinmiş efsanesini kurar. Ancak tek sorun Kırmızı Sakallı Topal Karıncadır...


Büyük yazarlar anlatmak istediklerini bir yolunu bulup anlatıyorlar azizim. Bakmayın siz hikayede geçen sarı karıncalara, hüdhüd kuşlarına. Hangi döneme, hangi ulusa uyarlarsanız uyarlayın her hikaye kahramanı bir karaktere bürünüveriyor. Öyle ya, yazar doğrudan anlatmaya kalksa hem ideolojik fanatizm nedeniyle anlaşılamayacak hem de döneminde takılı kalacaktı. Şimdi aradan yüzyıllar geçse de okurunu hayran bırakıyor. Çoook büyük adamlarsınız çook.

Severek okuyacağınızı düşünüyorum. Hatta okuyun lütfen.

Sevgiyle kalın... 


Filler Sultanı'nda bir halk masalından yola çıkılarak güç ve haklılık arasındaki ilişki ele alınır. Filler Sultanı gücüne güvenerek karıncalara savaş açar. Haklı ya da haksız olmak onun için önemli değildir. Gücünü kendinden milyonlarca kez küçük karıncalar üzerinde denemektir niyeti. Ancak karıncalar birleşir ve haksızlığa boyun eğmeden filler sultanlığını devirirler.
"Eğer insan soyunun bu en zaliminin simgesini, benzerini hayvanlar arasında arayacak olsaydım, belki timsahları bulurdum, boa yılanlarını bulurdum. Yok yok, sanmıyorum ki yeryüzünde bu zalimleri simgeleyecek korkunçlukta bir hayvan türü bulabilelim..."
- Yaşar Kemal-
"Korkusuz bir toplum eleştiricisidir Yaşar Kemal. Ve eşsiz bir şair. Onu okuyan herkes büyüleyici, güçlü anlatım yeteneğine hayran kalır."
- Dagens Nyheter,

Sayfa Sayısı: 208

Sözlükmüş, sözlük yazarlığıymış, bu yazarlar ne yazarmış tam olarak kafamda oturtamasam da sürekli takip etmeye çalıştığım bir kitap g...

Paris ve Londra'da Beş Parasız


Bir yazar düşünün, yönetime tepeden, halka aşağıdan bakmayı bilsin, iktidarı ele geçirmenin yöntemlerini anlatsın, distopik toplum öngörüleriyle insanlığa ışık tutsun. George Orwell'den bahsediyorum. 1984 romanıyla toplumun beynini yıkama ve baskılama yöntemlerini anlatarak şaşırtmış, Hayvan Çiftliği romanıyla da yönetimin nasıl ele geçirileceğini ilmek ilmek işlemişti. Ancak yazarın otobiyografik olduğu değerlendirilen ve diğer iki romanının gölgesinde kalan ilk romanı varmış. Kendisini Uçurum İnsanları kitabı eleştirisine SevKoz tarafından bırakılan yorum sayesinde haberdar oldum ve önce blogunda eleştirisini sonra da kitabı okudum. 

Paris ve Londra'da Beş Parasız otobiyografik özellikler göstermesi nedeniyle olsa gerek eserin ön sözü olarak yazarın hayatı kısaca anlatılmış. Böylece önce yazarın hayatını dışarıdan gözlerken, romana geçtiğimizde de aynı hayatın duygularını hissediyoruz.

Kitabı okudukça aslında yazarın yaşanan acıları anlatmaktan çok daha büyük bir derdi olduğunu görüyoruz. Sefalet her yerde sefalettir, bunu bir dilencinin hayatında görebileceğiniz gibi lüks bir restoranın mutfağında, bir köprü altında ya da bir hastane odasında da görebileceğimizi anlatıyor. Ama daha önemli ya bir gün bu duruma düşersem korkusunun gerçek olması... Bir zamanlar yaşadığı gelecek kaygısını birden yaşamaya başlayan biri olarak, düştüğü o çukurdaki hayatı ve yeni çevresini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Sefiller kadrosunun bitmek bilmeyen oyununda yer almanın ne demek olduğunu iliklerimize kadar hissettiriyor.

Son kısımda ise yazar, okurun çıkaracağı derslerin yanına asıl yaşayanın tecrübelerini paylaşmalı düşüncesiyle, yaşadıklarından aldığı dersleri eveleyip gevelemeden yazmış.  

Yine de meteliksiz kalmanın bana kesinlikle öğrettiği bir iki şeyi gösterebilirim. Bir daha hiçbir zaman berduşların sarhoş birer ahlaksız oluğunu düşünmeyeceğim, bir peni verdim diye bir dilencinin bana minnet duymasını beklemeyeceğim, işsizler uyuşuksa buna şaşmayacağım, Selamet Ordusuna para vermeyeceğim, giysilerimi rehine geri çevirmeyeceğim, şık bir restoranda yediğim yemekten tat almayacağım. Bu, bir başlangıç.

Mutlaka okunması gereken kitaplar listenize yazın lütfen...

Sevgiler.


"Beş parasız kalmaktan o kadar çok bahsetmiştiniz ki; eh, işte beş parasız kaldınız ve hâlâ ayaktasınız." Paris ve Londra'da Beş Parasız, 20. yüzyılın en büyük romancılarından George Orwell'in, Avrupa'nın iki büyük şehrinde, Paris ve Londra'da yaşadığı sefaleti olanca gerçekliğiyle anlattığı, son derece önemli bir eser. Bir gün Paris'in orta yerinde meteliksiz kalan genç yazar, yoksulluk ve açlıkla mücadele etmeye başlar. Rehineciler, iş bulma kurumları, umut tacirleri, karın tokluğuna günde on yedi saat çalışılan karanlık otel mutfakları arasında sürüp giden Paris macerası, yazarın güç de olsa kendini Londra'ya atmasıyla sona erer ama Londra'da onu çok daha ağır şartlar beklemektedir.


Orwell, modern insanın ısrarla görmezden geldiği bir dünyanın kapısını aralıyor. İşsizlik, evsizlik, açlıkla damgalanan bu dünyanın insanları izbe pansiyonlarda, berduş barınaklarında yaşıyor, hayata bir ucundan tutunmaya çalışıyorlar. Paris ve Londra'da Beş Parasız, köleliğin hiçbir zaman, modern zamanlarda bile ortadan kalkmadığını, sadece görünüm değiştirdiğini anlatıyor.
(Tanıtım Bülteninden)


Sayfa Sayısı: 248

Bir yazar düşünün, yönetime tepeden, halka aşağıdan bakmayı bilsin, iktidarı ele geçirmenin yöntemlerini anlatsın, distopik toplum öngö...

Dogs of Berlin Üzerinden Milliyetçilik vs Gurbetçilik


Son zamanların adından en çok söz ettiren dizisi hakkında izleyip de bir kaç kelam etmemek olmazdı. Önce twitterda sonrada bloglarda gördügüm Dogs of Berlin'den bahsediyorum.

Dogs of Berlin henüz ilk sezonunda ve sadece on bölümlük olmasına rağmen, yayınlanmasıyla birlikte izleyicisinin beğenisini kazandığı hatta wow'ların havada uçuştuğu, izlemeyenlerin dışlandığı dizi haline geldi. Tamam, ben büyük bir cesaret örneği göstererek diziye bayılmadığı baştan söyleyeceğim. Ancak bunun yanında dizinin içeriğine girmemeye çalışarak neden bu kadar etkileyici olduğu ve bence de çok önemli olan tespitlerini irdelemeye çalışacağım.


Dizi bir çok ön bilgide de anlatıldığı üzere Alman milli takımının yıldızı, Türk asıllı futbolcunun Almanya - Türkiye maçı öncesi öldürülmesiyle başlıyor. Bu cinayeti, üzerine vazife olmamasına rağmen tesadüfen orada bulunan cinayet masası dedektifi, resmi polislere de çeşitli vaatlerde bulunarak kapıyor. İlk iş olarak da maç üzerine sürpriz bahis oynatarak işe başlıyor. Sonrasında ise sezon boyunca iki zıt karakterdeki polisin birbiri ile bağlantılı cinayetleri çözme çabasını izliyoruz.


Dizi, basit anlatımla suça bulaşmış ya da gayri ahlaki yaşayan polislerin olayı gibi görünse de kozmopolitik toplumların genel sorunlarını gün yüzüne çıkarmayı başarıyor. Gurbetçilerin hayata tutunma çabaları, kendi kültürleri ile yaşadığı toplumun kültürü arasındaki sıkışmışlığı en masumane haliyle anlatıyor. Ancak toplumdan dışlanmışlık veya kendini topluma kabul ettirememe dürtülerinin gurbetçileri güçlü suç şebekeleri haline dönüştürmesi, buna bağlı olarak yerlilerin kafatası milliyetçiliğine yönelmesi ya da aşırı milliyetçiliğin gurbetçileri sistemin dışına itmesi kısır döngüsünü oluşturuyor.  Bu durum sebep sonuç ilişkisi nasıl olursa olsun toplumu yaşanılamaz kılıyor ve ideolojiler her şeyin önüne geçiyor. İdeolojik yaşamın fazlasıyla ön planda olması da insanları sadece bir amaç için her şeyi yapabilecek, duygusuz yaratıklara dönüştürüyor. Dizinin temel anlatımı benim çıkarımlarım değil aslında. Ama algıda seçicilik böyle bir şey ve ben yarım yamalak aşk hikayelerinden, mafyavari yaşamlardan veya bahis-futbolcu-federasyon ilişkilerinden çok bunları beğendim.


Sonuç olarak sıkılmayacağınız hatta beklentinizle doğru orantılı olarak bayılabileceğiniz diziyi ben de tavsiye ediyorum. Üstelik kerhen de değil, canı gönülden tavsiye ediyorum. Ama üzülerek söylüyorum ki unutulmazlar listemde değil...

Sevgiyle kalın... 

Son zamanların adından en çok söz ettiren dizisi hakkında izleyip de bir kaç kelam etmemek olmazdı. Önce twitterda sonrada bloglarda g...

Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz



Ne kadar iddialı bir kitap adı değil mi? Kitabı gördüğümde ilk aklıma gelen düşünce bu olmuştu. Sonra yazarı dikkatimi çekti. Ben bir Türk yazar beklerken aslen Amerikalı olan Gene D. Matlock ile karşılaştım. Yazar Amerikalı  olmasına rağmen eşinin peşinden Meksikalara kadar giden, eşinin ölümünden sonrada ruhunun hep yanında olduğuna ve kendisine destek verdiğine inanan enteresan bir kişilik. Bu inançla tamam artık diyor ve insanlık için araştırmalar yapmaya başlıyor. Araştırmadım ama kitabın içeriğinde aralara serpiştirdiği bilgilerden öğretmen emeklisi olduğunu ve aslında saygın biri olmasına rağmen bu kitapla birlikte güvenilirliğini yitirdiğini anladım. Öyle ya, bu kadar uçuk bir iddiayı ortaya atmakta kolay iş değil. Yine de yazar kendi dünyasında ve kimseyi umursamıyor hatta anlaşılamamaktan bile korkmuyor. Ben haklıyım, araştırırsanız siz de bu sonuca ulaşacaksınız özgüvenine sahip.


Yazar, tarihçi ya da dil bilimci değil. Bir anda kafasına dank eder tarzda araştırmaya başlayan bir alaylı. İnsanlık için faydalı olmak isterken "Kayıp Bir Uygarlığın Sırları Dünyayı Nasıl Değiştirebilir" çıkmazına saplanıyor. Bu kayıp uygarlığın Türk medeniyeti olduğunu ve özüne dönmesi halinde dünyayı kurtarabileceğine inanıyor. Öze dönmeyi istemek aslında en yalın ve temiz halden uzaklaştığımızı vurgulamaktır. Öze dönmeyi medeniyet, din ya da yaşam tarzı olarak sınırlamayın. Yazar her anlamda öze dönmekten bahsediyor. 


İnsanlığın atası olarak bilinen Krishtayalar, Aryanlar veya Panchala ırklarının Türk asıllı olduklarını, tüm medeniyetlerin ve inançların bu ırkların kültürlerinden oluştuğunu öne sürüyor. Türklerin soylu bir ırk olduğunu söylemesinin yanında asıl amacının Türkleri yüceltmek olmadığı, tüm insanlığın aynı medeniyetin ve inançların türevlerinden oluştuğunu vurgulamaya çalıştığı anlaşılıyor. Bunun için yoğun bir şekilde Türk asıllı Rus yazar Murad Adji'nin çalışmalarına atıf yapıyor. Ama asıl kaynaklarını kelimelerin kökeni, efsanelerin ve dini ritüllerin benzerliği oluşturuyor. Adem'in cennetten kovulması, Nuh tufanı gibi anlatıların bir çok toplumda isimlerin benzerliğine kadar aynı olduğu vurgusunu yapıyor. Kendisi Katolik bir Hristiyan olmasına rağmen dininin kökenlerini Türklerin Gök Tanrı inancına dayandığını savunuyor. Bu nedenle gerek Hinduizm gerekse Hristiyanlık gibi inançların özünde aynı olduğunu savunuyor. Bu nedenle misyonerlik faaliyetinin saçma olduğu, aslında her dinin aynı kökten geldiği sonucuna varıyor. Burada dip not olarak yazarın İslam dini hakkında çok fazla bilgisi olmadığını belirtmeliyim. Çünkü bir kaç yerde ruhban sınıfının saçmalığını anlatırken İslamda ruhban sınıfı varmış gibi algıladığı çıkarımında bulundum. 

Yazar kelimelerin kökenleri, efsaneler ve inanç ritüellerinden konuyu Türklere bağladıktan sonra sıkı sıkıya reenkarnasyona sarılıyor. İsa peygamberin aslında çok çok eskiden tanrı olarak yaşadığı, sonra kendi zamanında tekrar tanrının oğlu olarak geldiği ve çarmıha gerildikten sonra yine dönerek Hindistan da yaşamaya devam ettiği iddiasına sahip. Bu iddiasını da bazı görsellerle desteklemiş .


Yazar Nuh tufanının insanlık için dönüm noktası olduğu inancında. Tufandan önce 900 ile 1300 yıl arasında olan insan ömrünün tufandan sonra 130 yıla kadar düştüğünü savunuyor. Bunun nedenini ise eski insanların yaşam ve tedavi koşullarına bağlıyor. Her şeyin merkezi güneş diyor yazar. Hatta tanrı bile güneşin merkezinde. O eski insanlar güneş ışınlarıyla tedavi oluyorlardı ve bütün hastalıkları yenebiliyorlardı. Yaşamın kaynağını fark etmişlerdi. Bu gün bile güneşin doğuşu sırasında güneşe yönünüzü dönüp ellerinizi yana açarsanız hastalıklarınızdan kurtulabilirsinizi savunuyor. 


Kitap 328 sayfadan oluşuyor ve iddialar biraz uçuk. Okurun kitabı tam anlamıyla irdeleyebilmesi için en azından dil bilimine meraklı olması gerekir. Ancak şunu da belirtmeliyim ki yazar bu iddialarında yalnız değil. Haluk Tarcan, Kazım Mirşan gibi değerli araştırmacıların Türklüğün kökeni üzerine yaptığı çalışmalar ve ortaya çıkan Öntürkler (Prototürkler) gibi kavramlar da benzer bir paralelde ilerliyor.

Sonuç olarak konunun ilgilileri için ilginç bir kitap. Ama kelimeler ve kökenlerinin ayrıntılı anlatımıyla olsa gerek hızla okunabilecek bir kitap değil...

Sevgiyle kalın...

Ne kadar iddialı bir kitap adı değil mi? Kitabı gördüğümde ilk aklıma gelen düşünce bu olmuştu. Sonra yazarı dikkatimi çekti. Ben bi...

Vikinglerle Hayatı Sorgula


Bilenler bilir, bilmeyenler için kısa bir özet geçeyim. Ünlü Viking kabile reisi Ragnar Lodbrok ve arkadaşlarının hayatından esinlenilerek yapılan ve sezonlarca süren efsane bir dizi var; Vikings... İlk olarak 2013 yılında History kanalı için çekilmeye başlanan ABD-Kanada ortak yapımı tarihsel drama türündeki dizi, şu ana kadar 5 sezon ve 69 bölümden oluşuyor. Her bölüm 45 dakika kadar. İnternette dolaşan bilgilere göre de 6. sezonu ile de yoluna devam edecek gibi duruyor. 

İlk bölüm için oldukça düşük bütçeyle çekilen, eleştirmenlerin ve izleyicisinin beğenisi kazanmayı başaran dizinin seyircisine sunduklarını spoliler vermeden irdelemeye çalışayım.

Dizi Ne Anlatıyor

Vikingler veya Norslar olarak bilinen kavim, korsanlık ve buna bağlı olarak köle ticareti yapmalarıyla ünlü savaşçı bir halkmış. Yılın büyük bölümünü denizlerde geçirirlermiş. 8 ile 11. yüzyıllar arasında Avrupa'da bir çok yeri yağmalamalarıyla etrafa korku salarak barbarlıklarıyla akıllarda yer etmişler. Bu gün içinse İskandinav ülkeleri olarak bilinen İsveç, Norveç, Danimarka, İzlanda ve Foreo Adaları kökenlerini oluşturdukları biliniyor. Dizi de tam olarak Vikinglerin Avrupa'da, İngiltere ve Fransanın varlığından haberdar olup yağma girişimlerine başladığı 8. yüzyılları konu alıyor. İzleyici, aslında çiftçi olan kabile reisi Lagnar Lodbrok, eşi Lagertha ve kardeşi Rollo ile birlikte Viking kabilelerine konuk oluyor. Bu konukluk çok da gurur duyulacak ya da mutlu olunacak bir şey değil. Çoğunlukla nefret uyandıran hatta Vikinglerin yenilgilerine oh olsun dedirtecek türden.


Dizideki Din Anlayışı

Vikingler bu anlamda dinlerine oldukça bağlı bir millet. Yanlış anlamadıysam Pagan dinine inanıyorlar ve tanrılarına önceleri insan sonraları ise hayvan kurban etmeye başlıyorlar. İnançları dışında kalan dinlere karşı oldukça acımasızlar. Kiliseleri yağmalayıp, mabede sığınan, ibadet eden halkı ve din adamlarını acımasızca öldürecek kadar insafsızlar. Kendi yaptıkları savaşları da tanrıların savaşı olarak görüyorlar. Yani bir yeri yağmaladıklarında kendi tanrılarının diğer tanrıları yendiklerine inanıyorlar. Ve tabi ki öldüklerinde bahçesinde sürekli savaşabilecekleri bir cennet hayaline sahipler. Ancak dizi ilerledikçe Paganizm ve Hristiyanlık özelinde dinlerin gerek ibadet ritüelleri gerekse öğretileri ile aslında çok da farklı olmadıkları alt metni işleniyor.

Reisler ve Krallar

Hangi kabile ya da ülke de olursanız olun krallık zor zanaat. Bu anlamda üç farklı kral profili ile karşılaşıyoruz. İlk olarak Viking kabilelerinde görülen en güçlü ve savaşçı kişinin kral olması. Tabi ki bunun için bir önceki kralı öldürmeli ve hiç bir zaman güçten düşmemeli. Her daim ordunun başında olmalı ve kahramanlıklarıyla göz doldurmalı. 


İkinci olarak daha çok Avrupa da görülen zeki kral profili. Çok fazla bir savaşçı özelliği olmamasına rağmen zekası ile gücünü korumaya hatta daha da güçlenmeye çalışır. Diğer devletlerle kurduğu ilişkiler, kendi toplumunda ördüğü ağlarla her şeyi elinde tutar. Savaşa gitmese bile ordusunu ve savaş stratejisi konusunda söz sahibi ve tek etkin güçtür. Bilgili ve kurnazdır.


Üçüncüsü ise kukla krallar. Eşi, annesi ya da herhangi birinin gölgesindeki göstermelik kraldır. Tahta oturmaktan ve yönetiyormuş görünmekten başka vasıfları yoktur. Ya şans eseri koltuğu önlerinde bulmuş ya da kral olma şansı olmayan güçlü bir karakterin eliyle taç başa geçirilmiştir. Palazlanıp gücü eline almaya kalkarsa bunu hayatıyla öder. 


Ancak hangi tür kral olursa olsun din adamları ile iyi geçinmek hatta onları kendi çıkarları için kullanmak zorundadır. Genellikle rüşvet yolu ile kendi emirlerini tanrının buyruklarıymış gibi halka yedirmeleri gerekir. Kral halkının gözünde ancak böyle yücelebilir, emirleri sorgusuzlaşır ve başarısızlıkları tanrının takdiri olur. 



En önemlisi mirasçıları olmalı. Çünkü mirasçılar kralı koruyarak aslında kendi geleceklerini güvence altına alacaklardır.

Sonuç olarak uzun dizi izleyemem fobimi yenecek kadar etkili oldu. Özellikle şiddet sahneleri rahatsız etse de, kostümler başta olmak üzere evler ve kaleler özelinde görselleriyle de etkileyici bir dizi. 

Tavsiye ederim.

Bilenler bilir, bilmeyenler için kısa bir özet geçeyim. Ünlü Viking kabile reisi Ragnar Lodbrok ve arkadaşlarının hayatından esinlenil...

Yapay Zeka Blog Yazarlığını Bitirebilir mi?


İçerik üreticiliği genelinde, blog yazarlığı özelinde bundan sonra sıkça karşılaşacağımızı düşündüğüm bir konuya parmak basmak istedim. Hayatımızın her alanında görmeye başladığımız Yapay Zeka...

Biz konuyu blog yazarlığı yönüyle baştan ele alalım. Genel anlamda bir çok blog kendi deneyimlerini paylaşarak aynı içeriğe meraklı kitlelere ulaşmaya çalışır. Çoğu zamanda günlük değişen gündemlerden etkilenmeden kendi tarzında devam eder. Ancak son zamanlarda içerik hırsızlığının yanında çok daha masum durmasına rağmen içerik üreticilerini oldukça zorlayacak Yapay Zeka sorunsalıyla karşı karşıyayız gibi duruyor. 

Yapay zekanın kullanımın ilk aşamasını analiz oluşturuyor. Google trendlerin bloga ziyaretçi kazandırmada nasıl kullanılabileceğini genel hatlarıyla SEO Çalışması Olarak Google Trend Kullanımı yazımda anlatmıştım, Bu nedenle analiz kısmını atlayarak, yapay zekanın içerik üretiminde nasıl kullanılabileceğini irdelemeye çalışacağım.


Tam olarak yapay zekanın çalışma mantığı şöyle işliyor;
  • Gündeme göre bir konu belirliyorsunuz
  • Yapay zeka, tüm arama motorlarından konu ile ilgili yaptığı arama sonuçlarını getiriyor
  • Sonuçları filtreleyip anlamlı bir sıraya sokuyor.
  • Filtrelenen metinleri okuyup aynı olanları ayıkladıktan sonra güncel olanları belirliyor
  • Ayıklanan içeriklerden sizin belirlediğiniz kelime sayısına göre makale yazıyor
  • Yazılan makaledeki anlam bozuklukları ve kelime hataları düzeltiliyor
Anlaşıldığı kadarıyla bir konu hakkında araştırma yaparak yayın paylaşan blog yazarından çok daha fazla veriyi çok daha kısa zamanda analiz edebiliyor. Üstelik yine kısa bir zamanda istediğiniz kelime sayısında makaleyi önünüze koyuyor. Şimdilik en büyük sorun makale içeriğindeki anlam bozukluğu gibi duruyor. Çünkü özellikle Türkçe için başarı %70 lerde bile değil. Ancak bu kadarı bile hazıra konmaya hevesli içerik üreticisi için fazlasıyla yeterli olacaktır. Ayrıca makale içeriklerindeki imla hatalarının düzeltilmesi konusunda Google yapay zeka imla butonu ile çalışmalara başlamış bile. Şimdilik sadece İngilizce içerikler için uygulanabilecek buton eminim ki kısa bir süre sonra bütün diller için entegre edilecek ve anlatım bozukluğu konusundaki eksikliği büyük oranda giderecektir.



Yapay zekanın bizim mahallemize gelmesine daha çok var diye düşünenlerdenseniz şoka hazır olun Zamanın web masterları, doymak bilmeyen arsız müteahhit gibiler. Her şeyin otomatikleştiği dönemde web sitelerinin de buna uyum sağlaması gerektiğini düşünüvermişler. Tüm içerikleriyle tamamen yapay zekanın eline bırakılmış bir haber sitesi yapmışlar. Knowhere... 


Bu sitede şöyle çalışıyor. Haber sitesi için hazırlanan yapay zeka bot, internete düşen haberleri takip ederek popüler olanları ayırıyor. Belirlediği popüler haberle aynı içeriğe sahip yüzlerce haber sitesini analiz ettikten sonra sağ ve sol görüşlüleri ayırarak bir metin hazırlıyor. Bot boşa düşmemek için de takip ettiği daha doğrusu içeriğinden faydalandığı siteleri puanlıyor. Çöp olarak tabir edilen siteler sıfır puan alırken diğerleri kalitesine göre derecelendiriliyor. Böylece hem kaliteli içerik oluşturuluyor hem de konu hakkında sağ ve sol görüşün bakış açısı objektif olarak paylaşabiliyor. Ve yapay zekanın dakikalar içerisinde hazırladığı haber "Güne Tarafsız Bir Haber İle Başlayın" sloganıyla ziyaretçiye sunuluyor.

Sonuç olarak Yapay Zeka kapımızın önünde... Ancak unutmamalı ki ileri düzey analiz ve çözümleme yeteneği olsa bile tüm içeriklerini daha önce girilmiş içerikleri analiz ederek oluşturuyor. Yani sen blog yazmazsan, ben blog yazmazsam neyi analiz edecek Yapay Zeka...

Umarım samimiyetimizi kaybetmeden yazmaya devam ederiz...

Sevgiyle kalın...

İçerik üreticiliği genelinde, blog yazarlığı özelinde bundan sonra sıkça karşılaşacağımızı düşündüğüm bir konuya parmak basmak istedim...