Elite


Bu aralar yabancı dizilerle pek bir sıkı fıkıyım. Hele geçen hafta ne olsa izlerim modundayım. Biraz bu mod biraz da La Casa De Papel oyuncularından bir kısmının yine ön safta olmasından dolayı bu diziyi izledim. 2018 yılı, İspanyol yapımı ve ilk sezon olarak sekiz bölüm çekilmiş bir gençlik dizisi. İkinci sezon onayını da almış aslında ama daha ortalıkta fragmanı bile yok.


Elite, bizim zengin - fakir bir arada konseptli dizilerimizi anımsatsa da bir kaç gömlek daha radikal. Evet oyuncular güzel, erkekler yakışıklı. Buna diyeceğimiz yok ama izleme sebebi sadece bu değil. Oyunculardaki seksapelitenin ardında anlatmak istediği bir şeyler de var. Diziyi de asıl izlenesi yapan da bu. Hem zenginlerin hem de fakirlerin yaşamlarını tüm yalınlığıyla anlatabilmek. Kaybedecek çok şeyi olan zenginlerin şatafatlı yaşamlarının ardında saklanan kontrolü ve kontrollü hayatlarına renk katma arayışlarını ibretle gözler önüne seriyor. Çıkar ilişkilerinin oluşturduğu birlikteliklerle şaşırtıyor. Bunun yanında kaybedecek hiç bir şeyi olmayan fakirlerin, yaşamlarında hoyratça savrulurken tutunacak dal arama mücadelesine bazen üzülerek bazen de "oh olsun" hoyratlığıyla bakakalıyoruz. Her iki durumda da şantajla tuttuğunu koparmaya çalışan hayatların gerçekliği, iyi ki orada değilim duygusu oluşturuyor...


Dizi tüm bu çıkarımlarımı, İspanya'da zengin çocuklarının gittiği bir okul üzerinden anlatıyor. Deprem sonrası yıkılan okulların öğrencileri çevre okullara dağıtılıyor. Üç öğrencide hikayemizin geçtiği Las Encinas' a kabul ediliyor. Önce bu öğrencileri sindiremeyen ve küçümseyen zenginler ile üç fakir öğrenci arasında çatışma çıksa da, bir süre sonra beklenmedik çarpık ilişkiler ve aşklar başlıyor. Neredeyse herkes korkusunu yaşıyor. Okul zenginlerinden bir öğrencinin okulda ölü bulunmasıyla da işler iyice çığırından çıkıyor.


Dizi görsel olarak iyi oyunculuk bakımından cesurca. Bu cesurluk mide bulandırıcı seviyeler ulaşsa da hayatın gerçekleri. Bir de La Casa de Papel'in başrol oyuncularından María Pedraza, Miguel Herrán ve Jaime Lorente'yi tekrar bir arada görmek güzel...


Bazı bölümlerindeki +16 içerikli sahnelere dikkat edin uyarısıyla keyifli seyirler diliyorum.

Bu aralar yabancı dizilerle pek bir sıkı fıkıyım. Hele geçen hafta ne olsa izlerim modundayım. Biraz bu mod biraz da La Casa De Papel o...

Küçük Prens - Antine De Saint - Exupery


İlginç bir kitap Küçük Prens. Aynı zamanda pilot olan yazar Exupery kitabı New York'dda bir otel odasında yazmış. İlk yazım olarak bir rivayete göre 1000 sayfa başka bir rivayete göre ise 1300 sayfa  kadarmış. Ancak nasıl bir sadeleştirmeye maruz kaldıysa 100'lü sayfalara hatta ilk okullar için olan baskısında 79 sayfaya kadar düşürülmüş. Yazar bunu şöyle açıklamış;

Mükemmelliğe, yazıya eklenecek hiçbir şey kalmadığında değil, yazıdan çıkarılacak hiçbir şey kalmadığında ulaşılır.

Kitabın bilinmesi gereken diğer ayrıntısı ise çizimleri. Tamamı yazar tarafından oluşturulan sulu boya resimlerden oluşuyormuş.  Öyle ki Fransa Euro'ya geçiş yapmadan önce Frankların üzerinde küçük Prens ve yazarın diğer çizimlerinden oluşan resimler bulunuyormuş. Daha bitmedi. Japonya’nın Hakone isimli şehrinde bir Küçük Prens müzesi, Güney Kore’de Gyeonggi-do kentinde Küçük Prens temalı bir köy olduğu gibi, 2000 yılında da yazarın doğup büyüdüğü Lyon’da bulunan havaalanına Saint Exupéry’nin adı verilmiş.


Bu kadar ayrıntı kitabın içeriğinde Bizans altınlarının haritası olmalı beklentisi oluşturabilir. Ama tam olarak öyle değil. Başka bir gezegenden gelen küçük bir çocuğun büyüklerin değer yargılarını anlayamayışı, daha doğrusu mantıksız buluşu üzerine kurulu bir hikaye. Masal gibi ama değil. Çocuklara büyük, büyüklere biraz çocuksu gelen bir tarzı var. Tabi ki kayda değer hatta aydınlanma yaşayacağınız çıkarımları da yok değil.

Büyükler sayılardan hoşlanır. Onlara yeni bir dostunuzdan söz açtınız mı, hiçbir zaman size önemli şeyler sormazlar. Hiçbir zaman: ” Sesi nasıl? Hangi oyunu sever? Kelebek toplar mı?” diye sormazlar. “Kaç yaşındadır? Kaç kardeşi var? Kaç kilodur? Babası kaç para kazanır?” diye sorarlar. Ancak o zaman tanıdıklarını sanırlar onu.


Yazar sonlara doğru bir Türk gökbilimciden de bahsediyor ama kim olduğunu açıklamıyor. Eski tarz Osmanlı kıyafetleri ile konuştuğunda kimsenin dinlemediğini ama aynı konuşmayı giyim tarzını değiştirdikten sonra yaptığında herkesin dinlediğini anlatıyor. 

Bu kadar...

İlginç bir kitap Küçük Prens. Aynı zamanda pilot olan yazar Exupery kitabı New York'dda bir otel odasında yazmış. İlk yazım olarak...

Black Mirror


Black Mirror dizisinin şöhretini artık duymayan kalmamıştır. Ama olsun, bir kez de benim gözümden irdeleyin. Ve hala kıyıda köşede kalmış izlememe direnciniz varsa müsaade edin onu da ben yok edeyim.

Black Mirror 2012 yılı, İngiliz yapımı. Toplamda 18 bölümden oluşuyor ve zorlamadan bir hafta da bitirilebiliyor. Ancak diziyi özel kılan sezon sayısının fazla olmasına rağmen bölümleriniz az ve çabuk bitiyor olması değil. Öncelikle diziyi diğer dizilerden ayıran özelliklerine bakalım isterseniz.


Dizinin en bilindik ve en büyük özelliği her bir saatlik izletiden sonra oyuncularının, konularının, yönetmenlerin ve mekanların değişmesi. Bu durum bir sonraki bölüme değil aynı isimde başka bir filme ve başka bir heyecana geçiyorsunuz hissi oluşturuyor. Bazen modern bir dünya, bazen uzak bir gelecek bazen de vahşi batı tarzı yaşamlara tanıklık ediyorsunuz.


Diziyi pekala filmler bütünü olarak da ele alabilirsiniz. Black Mirror filmleri gibi. Sıraya sokmadan istediğiniz bölümü alıp izleyebileceğiniz gibi sıkıldığınız, size hitap etmeyen bölümleri kapatabilir ve sonraki bölümden de devam edebilirsiniz. Oyuncu ve konu bütünlüğü olmadığı için herhangi bir sorun olmaz. Ancak bunu yaparken çok şey kaçırıyor olabileceğinizi de unutmayın.


Black Mirror'u daha iyi anlayabilmek ve anlatabilmek için birer saatlik bölümler halinde irdelemek daha doğru olacaktır. Mesela, yukarıdaki görselin bulunduğu bölümde beğenilme hastalığının toplumu nasıl kendinden uzaklaştırdığına tanıklık ederken, aşağıdaki görselin bulunduğu bölümde ise gördüklerimizi ekrana yansıtma teknolojisinin nelere sebep olabileceğine şaşkınlıkla bakakalıyoruz.  Başka bir bölümde 1984 romanına atıfta bulunur gibi her tarafı ekranlarla kaplı odalarda zorunlu yaşamlarla puan biriktiren insanları görerek hayıflanıyoruz.


Tüm bu farklılıklara ve bağlantısızlıklara rağmen Black Mirror'u bir arada tutan şeyse konusu. Teknolojinin yarattığı distopik toplum. Diziyi izlenilir kılansa bizi bize izleterek nereye yol aldığımızı göstermesi. Kimi zaman günümüz teknolojisinin ve sosyal medyasının gücünü gözümüze sokması, çoğu zamansa gelecek teknolojinin oluşturacağı distopik toplum öngörüleriyle ufkumuzu fazlaca açması. Bazen de keşke bu gerçek olsa korkusu..


Bu filmler bütünü izlersen asıl sarsıcı olan şeyse izlediğimiz distopik dünyaya doğru hızlıca yol alıyor oluşumuz. Ah keşke bu gerçek olsa korkusu ise kaybettiğimiz sevdiklerimizin teknolojik yansımalarının bizi hiç yalnız bırakmayacak olması. 


Özellikle distopya seven ve gelecek öngörüsü olan biriyseniz mutlaka seveceksiniz.

Keyifli seyirler.

Black Mirror dizisinin şöhretini artık duymayan kalmamıştır. Ama olsun, bir kez de benim gözümden irdeleyin. Ve hala kıyıda köşede kal...

Sıradan Delilik Öyküleri - Charles Bukowski


İlginç. Yani bazı eserleri günümüzde yaşayan biri yazsa, yerden yere vurur hatta sosyal medyada linç eder, insan içine çıkamayacak hale getiririz. Ama aynı eseri yeraltı dünyasının en meşhuru yazınca acaba ben mi yanlış anladım durumuyla sessizliği seçiyoruz galiba. Kendinde eleştirme cesaretini görenlerimizse kısmen üstünkörü kısmende istemem kaçamağına başvuruyor. Bukowski'yi anlayanlarsa yazılanın değil anlatılmak istenenin peşinde...

İlginç. Yeraltının en ünlü yazarını Sıradan Delilik Öyküleri'ni okumak. Ne kadarı öykü ne kadarı fantazi dünyası ne kadarı gerçek belli değil. Orta yaşın üstünde bir adamın su gibi alkol tükettiği, hiç tanımadığı kadılara bile sarktığı hatta tecavüze yeltendiği, defalarca karakolluk olduğu, bırakın çevresine kendine bile değer vermediği anlatıları okuyoruz. 

İlginç. Kitabın daha doğrusu öykülerin kahramanı da Bukowski.  Diğer kuşlara ibret olsun diye bir kuşun iki bacağını kesen arkadaşına seyirci kalacak kadar duyarsız, koğuşta arkadaşına tecavüz edilmesini duygusuzca anlatabilecek kadar umarsız, her gördüğü kadını cinsel obje gibi görecek kadar arsız ve aklından geçirdiği her küfrü yazacak kadar terbiyesiz. 

İlginç. Çok iyi şiirleri var ve bir çok insan onun hayranı. Şiir dinletilerini sabırsızlıkla bekleyen kitleler var. Bukowski'nin umurunda değil. O yaşamak için yazmak zorundaymış gibi. Söyleşilere edebiyat ruhunu aşılamak için değil içki parası kazanmak için gidiyor. Yazarların sıkıcı olduğunu düşünüyor. Yazma eyleminin sonradan öğrenilemeyeceğini, doğal yetenek olduğunu ancak meslek olamayacağını anlatıyor.

İlginç. Bu kadar küfür, duyarsızlık ve sapkınlığın arasında güncelliğini yitirmeyen nokta tespitlerde bulunuyor. Daldan dala atlıyor ve okurunda sıkılmadan peşinden geleceğini iddia ediyor. Bir süre okuduktan sonra yazarın sadece kendisine zararı olan savruk bir adam olduğunu kabul ederseniz, öyküler biraz daha sempatikleşiyor. Küfürler gülünç, tespitler daha dikkat çekici hale geliyor. Ve çoğunlukla kızarak bazende tebessüm ederek ama sıkılmadan peşinden gidiyorsunuz.

İlginç... 

İlginç. Yani bazı eserleri günümüzde yaşayan biri yazsa, yerden yere vurur hatta sosyal medyada linç eder, insan içine çıkamayacak hal...

Kadın Budalası - Dostoyevski


Bazı kitaplar okunmasına okunuyor ama eleştirisini yazmaya gelince kal getiriyor. Verdiği mesajların satır aralarında gizli olmasından mı, her okuyanın farklı çıkarımlarda bulunmasından mı yoksa eleştirilecek ya da yerilecek bir tarafının bulunamamasından mı kaynaklanıyor bilemiyorum.

Kadın Budalası'da benim için böyle bir kitap. İsmine baktığınızda kadın peşinde koşan belki sapkın ama çokça çapkın bir karakterle hemhal olacakmışız gibi. Ama öyle değil. Bu nedenle aynı kitabın Ebedi Koca ismiyle yayımlanan çevirisinin anlatıya biraz daha yakın olduğu kanısındayım.

Bu kez kitabın içeriğinden bahsetmektense satır aralarının bana anlattıklarından bahsedeyim. Hem böylece spoiler vermemiş hem sizin de başka çıkarımlarda bulunabileceğinizi hatırlatmış olurum. 

Zayıf bir karakterin, olduğu gibi yaşaması oldukça zordur. Bu nedenle bir bütünün daha doğrusu sevginin parçası olmak onun için hayata tutunmanın en olası yoludur. Sevmek, daha doğrusu hem sevip hem de sevilmek. Ancak severken sevilmemenin verdiği acıya rağmen sadık kalabilmekte ayrı bir özveri konusu. Diğer taraftan unutmaya çalışılan geçmişin en olmadık yerde karşıda duruyor olması ve tüm gardı düşürmesini verdiği acıyı bir kenarda tutalım. Sonra geçmişin acıları yetmiyormuş gibi kast sistemini ve onu aşabilmek için doğru düzgün tanımadık ama hayranlık beslenen birilerinden istenen yardımı hissetmeye çalışalım. Bir taraftan da o birileri yerine koyalım kendimiz. Olmadık insanların olmadık heveslerine tercüman olmak. 

İşin özü sevgili okur, Dostoyevski'nin bu eserini okursanız muhtemelen kast sistemi, çıkar ilişkileri, sevgi ve bağlılık gibi bir çok konuda çıkarımda bulunabileceğiniz gibi, o dönemin Rus toplum hayatı hakkında da bilgi sahibi olabilirsiniz. Özellikle varoşlar ve varoş yaşam açmış kapılarını sizi bekliyor.

Keyifli okumalar... 

Bazı kitaplar okunmasına okunuyor ama eleştirisini yazmaya gelince kal getiriyor. Verdiği mesajların satır aralarında gizli olmasından...

Tatar Çölü - Dino Buzatti


Beklemek... Gelmeyeni, olmayanı ya da bir varsayımı beklemek. The Pianist filminde geçen bir replikteki gibi... "Sanki çok ömrümüz varmış gibi, beklemeyi öğretiyor bize hayat." tecrübesiyle beklemek...

Tatar Çölü' nde de roman kahramanı Drago öğretiyor bize beklemeyi. Kendisi daha gencecik bir askerken onunla beraber Bastiani Kale'sine gidiyoruz. Ancak Tatar Çölü sınırındaki bu ıssız kalede kalmak gibi bir niyetimiz yok. Göreve başladıktan sonra üstlerimizle konuşup şehirdeki bir birliğe geçmeyi planlıyoruz. Oradan ayrılmak istediğimizi komutana söylüyoruz ama kalenin komutanı bizi en azından dört ay kalmaya ikna ediyor. Dört ay da geçiyor ve biz yine ayrılamıyoruz kaleden. Bir şeyler tutuyor ve biz de artık gelecek saldırıyı beklemeye başlıyoruz. Sonra bu ıssızlığın içinde boğulmuş kaledeki disipline şaşırıyoruz. Herkes kaleye gelecek bir saldırıyı şevkle beklemeye devam ediyor. Bu saldırı bir çok asker için kahraman olmanın önünü açacak ama kimseler saldırmıyor. Zaman zaman uzaklarda karartılar görülür gibi oluyor ama yine kimse gelmiyor. Dünyamız Bastiani Kalesi oluyor. Korkusuzca beklerken sıkılıyoruz bazen. Ne olacaksa olsun artık sabırsızlığında beklemeye devam ediyoruz. Ömrümüz geçiyor ve biz hala Bastiani kalesine gelecek o saldırıyı bekliyoruz. Kabuğumuzu kıramadığımız için bekliyoruz. Beklerken ölüyoruz.

Kitap merak uyandırıcı ve akıcı diliyle okurunu içine çekmeyi başarıyor. Öyle ki okur, okurken yaşlandığını hissediyor. Teğmen Drago'nun hayatını herkese yaşatıyor. 

İnternette gördüğüm bir eleştirmenin de yazdığı gibi, kitabın belki de en iyi eleştirisi  Pablo Nerudo'nun şu şiiri olmalı...

Yavaş yavaş ölürler

Yavaş yavaş ölürler
Seyahat etmeyenler.
Yavaş yavaş ölürler
Okumayanlar, müzik dinlemeyenler,
Vicdanlarında hoşgörüyü barındıramayanlar.

Yavaş yavaş ölürler
Alışkanlıklarına esir olanlar,
Her gün aynı yolları yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile girmeyenler,
Bir yabancı ile konuşmayanlar.

Yavaş yavaş ölürler
Heyecanlardan kaçınanlar,
Tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı görmek istemekten kaçınanlar.

Yavaş yavaş ölürler
Aşkta veya işte bedbaht olup yön değiştirmeyenler,
Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar,
Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar.

Sevgiyle Kalın...

Arka kapak yazısı:
İç karartıcı Bastiani Kalesi'ne vardığında genç teğmen Giovanni Drogo tarifsiz bir sıkıntıya kapılır. İlk görev yeri olan bu kaleyi bir gece bile kalmadan terk etmeyi ister, ama harekete geçemez. Sonunda en fazla dört ay kalabileceğine karar verir. Alışkanlıkların uyuşturucu etkisi, askerlik gururu, gündelik ritüellerle dolan bir hayat boşluğuna bağlanması ve Tatar Çölü'nün vahşi cazibesi bu dört ayı yıllara çevirir. Giovanni Drogo kimsenin gelip geçmediği, öte tarafında ne olduğunu, kimlerin yaşadığını bilmediği bir çöl sınırını beklemeye bırakır kendini. Ünlü İtalyan yazar Dino Buzzati'nin ilk romanı olan Tatar Çölü, hayatın anlamını ve insanın kaderine teslim olmasını sorgular. Kafka, Sartre ve Camus'nün değişik biçimlerde uğraştığı bu sorgulamayı kurgulayan Tatar Çölü, çağımızın önemli eserlerinden biridir.

Sayfa Sayısı: 232

Beklemek... Gelmeyeni, olmayanı ya da bir varsayımı beklemek. The Pianist filminde geçen bir replikteki gibi... "Sanki çok ömrümüz...

Hafta Sonu Filmleri

Uzuuun bir aradan sonra sinemada film izleme kararı aldım. Tabi ki yoğun bir tavsiye bombardımanına rağmen, herkesin gittiği ve hönküre hönküre ağladığı Müslüm filmine gitmedim. Çünkü hiç bana göre değildi herkesin içinde ağlamak. Neyse uzatmayalım. Seansı uygun olduğu için  Rafadan Tayfa Dehliz filmine girdim.

Rafadan Tayfa Dehliz


Bilirsiniz, herkes bilir... Sinemaya bilet alınarak girilir ve biletinizde yazan numaralı koltuğa oturursunuz. Ama biz salona girdiğimizde hiçte öyle şeyler olmadı. Seansın boş olmasından dolayı herkes kendini nerede rahat hissediyorsa oraya oturmuş. Zaten son anda girmişiz, düzeni bozmayalım diye kendimize üzerinde yiyecek kırıntıları bulunmayan bir koltuk bulduk. Sonra bir baktım salon anneler ve çocuklarıyla dolu. Aman Allah'ım benim burda ne işim var şaşkınlığından sonra başladım izlemeye. Hayır sadece filmi değil, filmle beraber tüm salonu. Mesela iki sıra önümde bir kaç koltuk sağ tarafımda bir anne resmen filmi telefonuna kaydediyordu. Her halde evde tekrar tekrar izletecek biricik yavrucuğuna... Sonra filmdeki karakterlerden biri "benimle dehlize kimler geliyor" diyor, önümdeki şirin mi şirin bir kız çocuğu BEN diyerek ayağa fırlıyor. Anlayacağınız çocuklar çok eğleniyor. Sonradan öğrendiğim kadarıyla film her zamanki Rafadan Tayfa'ymış ve çok güzelmiş. Benim içinse tanımlanamaz bir tecrübeydi. Bu arada sinema salonundaki görevli arkadaşlara sesleniyorum. Kardeşim, özellikle çocuk filmlerinin oynandığı salonları size zahmet sık sık süpürürseniz, biz de çarpılmayız Allah muhafaza...  

Lütfen Beni Öldürme - Stranger Than Fiction (2006)


Bu tanımlayamadığım sinema tecrübemden sonra hemen kendime gelme seanslarına başladım. İlk olarak Bir Tutam Karınca'nın tavsiyesi olan 2006 yapımı, Lütfen Beni Öldürme filmini açtım. Benim gibi ismine bakıp da aldanmayın. Hareketli, bol aksiyonlu film izlenimi verse de öyle değil. Film iki koldan ilerliyor. Her gün tam olarak aynı şeyleri tekrar eden, kafası zehir gibi çalışan maliyeci ile bütün romanlarında kahramanını öldüren bir yazarı izliyoruz. Başlarda karakterlerin olağan yaşantısını izlediğimiz film, maliyeci ile yazarın bağlantısının ortaya çıkması ile oldukça ilginç bir hal alıyor. Sahi siz bir yazar olsaydınız ve kitaplarınızda anlattığınız yaşamlar gerçekte birinin hayatı olsaydı, yani onun kaderini yazdığınızı fark etseydiniz n'apardınız? Peki ya önceki romanlarınızda öldürdükleriniz için de pişmanlık duyar mıydınız? Ya da bir anda, yazılmakta olan romanın kahramanı olduğunuzu fark etseydiniz, kendinizi kurtarmak için neleri göze alırdınız?

Film özellikle konu olarak çok etkileyici. Ancak bol bol hareket arayışında olanlar için durağan olduğunu söylemeliyim. 

Yok Artık (20015)


Biraz da gülerek kendimize gelelim düşüncesiyle Yok Artık filmini açtık. Yok Artık, 2005 yapımı Türk komedi filmi. Taksici Fikret'in anlattığı komik bir kaç hikayeden oluşuyor. Hikayelerin hepsi yok artık dedirten türden. Güldür Güldür'ün sinema versiyonu gibi düşünebilirsiz. Ya da niye düşüneceksiniz ki, açın interneti izleyin. Gülmeye ihtiyacınız varsa ve bu komediyi izlemediyseniz sizin için güzel tercih olabilir. Ben özellikle filmin ilk hikayesini izlerken çok güldüm. Tavsiye ederim. Bu arada Yok Artık 2 filmi de yayımlanmış ama onu daha izlemediğim için hiç oralara girmiyorum. Sanırım onu da başka bir akşam izlerim.

Yüzünüzden tebessüm eksik olmasın...

Uzuuun bir aradan sonra sinemada film izleme kararı aldım. Tabi ki yoğun bir tavsiye bombardımanına rağmen, herkesin gittiği ve hönküre hö...